15 Ağustos 2019

ÇORUM

Çorum'un kiremit ve un fabrikaları, otomobil satış reyonlarının olduğu geniş caddelerinden geçerek, şehre giriyoruz.Biraz ilerledikten sonra solda yeşillikler arasından ve bahçe duvarından  harika bir bina görünüyor.İşte müze...
H.1332 yılına tarihlenen güzel bina.2003 tarihinden bu yana müze olarak kullaniliyormuş. Arkeoloji ve etnografya teşhir salonları birbirinden bağımsız olarak düzenlenmiş..

Arkeolojik eser salonları binanın sol kanadında dört kat şeklinde düzenlenmiş. ilk katında, Alacahöyük, Kuşsaray ve Büyük Güllücek kazılarında bulunmuş olan Kalkolitik Çağ eserleri ile başlayan kronolojik bir teşhir yapılmıştır.Bu katta Eski Tunç Çağı Alacahöyük prens ve prenses mezarlarından “L” Mezarı aslına uygun olarak teşhir ediliyor.Bu bölümü takiben Çorum ili sınırları içindeki arkeolojik kazılarda (Boğazköy-Hattuşa, Alacahöyük, Yörüklü Hüseyindede) açığa çıkartılan Hitit dönemi eserleri ve  cok begendigim Eski Hitit dönemine tarihlenen iki adet kabartmalı vazo teşhir ediliyor. Birisi, dört frizli, diğeri kücük tek kabartma frizli. Müze koleksiyonunda özel bir yere sahip, üzeri çivi yazılı Hitit kralı II. Tuthaliya’ya ait  bronz kılıç da yine aynı katta.

Hitit yazılı belgeleri (Çivi Yazılı tabletler) ile başlayan 2. katta, Boğazköy-Hattuşa kazılarında  bulunan kil mühür baskılı bullaları, Ortaköy-Şapinuva kazı buluntusu Çivi Yazılı tabletler ve mühür baskılı bullalar var ve ilgi çekici.Ve mühürler; incecik yazıları, bezemeleri ile.

İsmini soylemeye bayıldığım; Ortaköy-Şapinuva seramik eserleri 3. katta, Frig Dönemi buluntularını aynı döneme ait Boğazköy-Hattuşa ve Alacahöyük buluntuları izleniyor.
Bu kattaki kronolojik sergileme Hellenistik, Galat ve Roma dönemi seramik eserleri bitiyor.Ayrıca, Sikke koleksiyonu da bu katta.

Roma dönemi cam eserleri, altın ve gümüş süs eşyaları, heykelcikler, kandiller ile Bizans dönemi eserlerinin sergilendiği 4. kat ile müze seyri bitiyor.

Bu guzel binanın, bir zamanlar kimlerin adımlarını taşıyor dedığim, mermer merdivenlerinden inerek Etnoğrafya bölümüne geçiyoruz.Burada kahve, leblebici ve bakırcı canlandırmaları var.Üç türbe ve camiden çıkartılan kapılar, ahşap oymanın en ince eserleri; çok ince bir sanatı anlatıyorlar.Giysiler, günlük yaşamı anlatan eşyalar ve halı_kilimlerle bu bölüm bitiyor.
Bahçede de müze; mezar taşları, küpler, kitabelerle uzun bir seyirle sizi uğurluyor.

Çok şey anlattım ama bu bolgenin tarihini düşünerek ve bu güzel müze binası keşke daha dolu dolu olsaymış.Konferans salonları ve idari bolum müzeden çok çok yer kaplıyor.Bence bu binanın tamamı müze olarak kullanılmalı ve tanıtılmalı.

Şehrin sağlı sollu caddesini , dükkanları izlerken önünüze çıkıverecek, işte saat kulesi:
2.abdulhamit in muhafizi Çorumlu Yedi-Sekiz Hasan Paşa  1894 yılında yaptırmış. Şehrin merkezinde yer alıyor ve minare şeklinde
yapılmış. Yuvarlak kemerli kapısı üzerinde,  1312 tarihli mermer kitabesi var.Şerefesine de bu kapıdan çıkılıyormuş.
Sarı renkli kesme kum taşından ve minareyi 
anımsatan kulede, sekizgen kaideden Türk üçgeni motifli ile gökyüzüne yükseliyor. Yuvarlak bedeni yakından çok köşeli.Üzeri kurşun kubbeyle örtülü ve kulenin dört bir tarafında saati  var. 
Saat kadranının üzerlerinde her yöne bakan çan sesinin uzaklardan işitilebilmesine yönelik dört adet pencere var.
Saatin çanı ise Hasan Paşa tarafından özel olarak İstanbul’dan gönderilmiş.
Şehrin merkezindeki bu güzel simge ile kaybolmadan çarşının her yeri keşfedilebilir.


10,08,2019

Datça marmaris haziran 2018

En güzel, en görsel, en dinlenceli, en özgür gezilerimden...

     Datça, derin, yeşil, mavi güzellik, Ege ile Akdeniz‘in tam da birleştiği bir noktada.Dile kolay, 253 km lik sahil şeridi ve elliiki tane koy.
Datça, eski Datça derken güzelliklere doyamayıp, ilerliyoruz. Bu kez güzel koylarında gezeceğiz, Marmaris’ten kalkıp geldik.
 Eski Datça’da çiçek kokulu sokaklar, yel değirmenleri ve güzel liman, gecesi ayrı seyirlik.
Ve doyamadığımız manzaralar, bolca yeşil ve bir o kadar maviden, tabiî ki huzurlu sessizlikte ilerliyoruz. Sessiz, sakin ve huzurlu bir tatil arayanlar için kesinlikle tavsiye edebileceğimiz bir yer Karaincir Koyu. Güzelliği, denizi ve doğası ile Bodrum’un gizli cenneti desek abartmış olmayız. Deniz tabanı ve sahili incecik altın sarısı bir kumsal.Karaincir’den ver elini biraz daha rüzgarlı bir  kesim Adaburnu.Sonra; Datça’nın en güzel koylarından biri olan Ovabükü.Burası da doğal güzelliğini koruyan turistik merkezlerden biri.  Ovabükü’ne  gelmek için Datça’dan 20 km lik bir yolu aşmak gerekiyor. Eşsiz manzaralar eşliğinde , bir dere gibi kıvrılarak devam eden bir yol. Reşadiye kavşağından Knidos yoluna saptığınızda birkaç kilometre sonra Karaköy kavşağı gelecek, burada tabelalar da bulunuyor, sola saparak yolunuza devam edeceksiniz. Mesudiye köyüne geldikten sonra da, yol, kıyıya doğru çatallaşır, sol taraf Hayıtbükü koyuna gider, buraya sapmayıp ana yoldan biraz daha devam ederseniz sola sapan yoldan Ovabükü sahiline iniyorsunuz. Hayıtbükü’nden de Ovabükü’ne gidebilirsiniz, 1 km lik bir mesafe var. Biz Ovabükünden, Hayıtbüküne yürümeyi tercih ettik. upuzun bir sahil, sahilin bir kısmı kum, bazı kısımlar çakıllı. Ovabükü’nün, arka tarafları zeytin, badem, sebze bahçeleri ile bereketli toprakları olan arazilerden oluşuyor.  1 km ileride Hayıtbükü koyu, biraz daha ileride Kurubük koyu var.Özellikle Kurubük benim favorim oldu.Akvaryum gibi ve tesis yok, kalabalık da yok.Bundandır bu kadar sevişim.Sonrasında rotamızda Palamutbükü var.Ovabüküne çok yakın, Datça merkeze ise 25 km mesafede , Datça Yarımadasının Akdenize bakan kısmında, benim üç güzeller dediğim ( Hayıtbükü , Ovabükü , Palamutbükü ) koyların sonuncusu , maviyle yeşilin kucaklaştığı bir turistik merkez. Büyük bir kısmı Yaka Köyü muhtarlığına bağlı , liman kısmı da Cumalı köyü sınırları içinde. 
 Palamutbükü Datça’nın en büyük koylarından, dolayısıyle uzun bir sahili var, sahili bazı kısımlarda kum, bazı kısımlarda yassı çakıllı. Palamutbükü’ne glenler bu denizi unutamazlar. Palamutbükü uzun bir sahil şeridine sahip, bu yol üzerinde lokantalar , çay bahçeleri , barlar bulunmakta. Hepsinin önünden denize girebiliyorsunuz. Kıyı boyunca bu işletmelerin masaları, şezlongları sıralanmakta.Ilgın ağaçlarının gölgelerini de unutmamalı. Palamutbükü limanı korunaklı bir liman, yaz ve kış birçok gezi teknesi, yatlar, kotralar bu limana uğruyor.
      Mesudiye Köyü’ne de uğradık.Bu köy az önceki koyların ana köyü.Köyün dar sokaklarında gezerken samimi yöre halkıyla sohbet edebilir, çarşıda gezebilir ve alışveriş yapabilirsiniz.
     Yine sadece deniz, güneş, yemek olamaz rotamız dedik ve Knidos Antik Kenti’ne geldik.
Tekir Burnu olarak adlandırılan yarımadanın ucunda yer alan Knidos Antik Kenti ise Datça’ya yolu düşenlerin görmesi gereken önemli antik kentlerden biri. Knidos Datça ya 33 km uzaklıkta yer alıyor. Kıvrıla kıvrıla giden uzun ama seyirlik bir yolu var.
   
Yüzyıllarca önceye dayanan varlığı, bizi 2018 yılından alıp, M.Ö 2000’li yıllara götürdü. Çok severim kentlerin eski hallerini düşlemeyi ve bugüne kalanları tamamlamayı.

        Knidos, geçmişi milattan önce 2000 yılına kadar uzanan, korunaklı limanları yani geçiş yolu üzerinde oluşuyla önemli bir liman kentiymiş. Dar bir boğazla birbirine bağlanan iki liman şeklinde, ana karaya yakın bir ada üzerine kurulu kent harika bir manzara da vaat ediyor. Yukardan limanı böyle görkemli  görmek nefes kesici.
      Dor’lar, Knidos antik kentini hem ticari hem de kültürel açıdan devrin en önemli liman şehri yapmışlar.Şehir bilim, mimarlık ve sanatta da oldukça ileri bir kent olmuş.  Eudoksus’un geliştirdiği ve dönemin büyük buluşu olan güneş saati ise antik kentteki yerini halen koruyor. Knidos, döneminde şarap ihraç eden önemli bir ticaret merkezi. Doğu Akdeniz’den Karadeniz’e ve Atina’ya kadar Knidos şarabı gitmiş. Ticaretten çok iyi paralar kazanan Knidoslular bu çok zor coğrafyada iki tiyatro, sayısız tapınak ve büyük bir agora kurmuşlar. Girişte görünen onbin kişilik tiyatronun dışında, kentin yukarı bölümünde yirmibin kişilik diğer bir tiyatro var. Bu iki tiyatronun dışında dörtbinbeşyüz kişilik bir konser salonu (Odeon), şehrin siyasi merkezi olan Akropol, mezar odaları (Nekropol) ve ünlü Aslanlı Anıt’ın temelleri günümüzde yıkıntı halinde. Turistler, Afrodit heykelini görmek için Knidos’a geliyormuş. Heykel bugüne kadar bulunamamış ama kaidesi yerinde duruyor.
  Knidos Krallığı’nın simgelerinden olan Knidos Aslanı ise yurdunda değil, İngilterede. Deniz savaşını kazanan Knidoslular, zaferin anısına bu Knidos Aslanı’nı yaptırmış ve heykel, şehrin 1.5 km doğusundaki açıktan geçen bütün gemilerin görebileceği tepeye dikilmiş.Acaba İngiltere’ye götürülmeseydi biz koruyabilecekmiydik diye düşünüyorum elimde olmadan.Çünkü restorasyon devam ediyor ama girişte o güzelim basamaklara yapılan eklemeler çok kötü olmuş.
Knidos Antik Kenti, tanımlanabilen ilk medeniyet olan Karyalılar’a ait.
Zaman içinde önce Lidya, sonrasında Pers egemenliğine giren Knidos, tarihi boyunca Atinalılardan Mısırlılara pek çok kez el değiştirmiş. 1282’de Menteşoğlu beyliğine ve 1413’te de Osmanlı hakimiyetine girmiş.

 
Günümüzde uzun bir gezi parkuru sunan kentte, Yuvarlak Tapınak, Dionysos Stoası ve Tapınağı, Apollon Tapınağı, Bolukrates Çeşmesi ve ziyaretçileri ilk karşılayan yaklaşık beş bin kapasiteli küçük tiyatrosu  başlıca kalıntılar.Bize ayrılan yolda yürüyerek, bizi yönlendiren ve nerede olduğumuzu anlatan levhalarla turumuzu tamamlıyoruz.

Haziran 2018

Ovabükü Savana Butik Otel
Karaincir, Kalina Otel
Adaburnu, Adaburnu Gölmar Otel







14 Ağustos 2019

KIBRIS 18.08.2018

       Bir zamanlar turizm ve mimarinin cenneti olan Kapalı Maraş yani Varosha, dünya starları ve zenginlerinin uğrak noktalarından birisi olmuş. Savaş çıkmadan önce dünyanın en varlıklı insanlarının uğradığı bu yere Marliyn Monroe’dan Sophia Loren’e kadar birçok ünlü isim konuk olmuş.Hatta evleri de var.
Kıbrıs halkı iç savaş ve harekat sonrasında evlerini ve dükkanlarını arkalarında bırakmak zorunda kaldı.Acaba şimdinin hayalet şehri, en parlak olduğu zamanlar nasıl görünüyordu ve hikayesi neydi?    Maraş, diğer ismiyle “hayalet şehir”, Mağusa ilçesinde ve modern mimarisi ile dünyanın en lüks turizm merkezlerinden birisiymiş.13 Ağustos 1974 yılında İkinci Kıbrıs Harekâtı ile Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından ele geçirilir ve anlaşmalar sonrası bölge yerleşim ve iskana kapatılır.   1974 öncesi Akdeniz’in en ünlü tatil merkezlerinden biri olan Maraş, Kıbrıs’ı ikiye ayıran Yeşil hat tampon bölgesinde.TSK mensupları ile orduevi yanında bulunan kız öğrenci yurdunda kalan öğrenciler dışında da içeriye giriş kapatılmış.   Yalnızca arazi değeri 100 milyar doları aştığı tahmin edilen şehrin turizm yönündeki yapılanması takriben 1960 yılında başlamış.6,5 km uzunluğundaki deniz kıyısında boydan boya uzanan Maraş’ın, 1970’lerde adanın %50 nin üzeri oranda oteli buradaymış.Yalnızca bu bölgenin otel yatak sayısı, bugünkü KKTC’deki toplam otel yatak sayısına eşit bir kapasiteye sahipti:45 otel, 60 apartman otel (toplam 10.000 üzeri yatak kapasitesi)Şehirde 3000 civarı büyüklü küçüklü ticari iş yeri, 99 eğlence merkezi, 25 müze, 24 sinema ve tiyatro, 21 banka, 2 spor tesisi bulunuyormuş.Özellikle, zamanında Maraş’ta bulunan, İngiliz Kraliyet ailesinin yaptırdığı Golden Sands Hotel, rivayete göre dünyanın ilk 7 yıldızlı oteli.Otelin içinde ulaşımı sağlayan bir de raylı sistem bulunuyormuş.Ayrıca arabayla otele girdikten sonra direkt odalara çıkmak mümkünmüş.Şehir genelinde ise 4469 ev, 143 resmi daire, 9 kilise, türbe ve mezarlık, 8 okul bulunuyor.Ve bu bölge tek başına özellikle 1973 yılında bütün Kıbrıs’ın turzim sektöründeki toplam gelirinin yarıdan çoğunu sağlıyormuş.  BM askerleri tarafından özel koruma altına alınan ve düzenli olarak bakımı yapılan üç binanın haricinde tüm binalar kaderine terk edilmiş vaziyette.Bu bölgenin geneli halen Kıbrıs Türk Evkaflarından Abdullah Paşa Vakfı, Lala Mustafa Paşa Vakfı ve Tekkelitika Vakfı’nın.
   Türkiye’nin 14 Ağustos 1974’deki 2. askeri müdahelesinden sonra Maraş, TSK ve BM askerinin haricinde sivil halka kapatılmış.Bu bölge, savaşın ve anlaşmazlıkların simgesi gibi, 39 yıldır terk edilmiş vaziyette ve kapalı duruyor.
   Şehre akşam saatlerinde ulaşılıyoruz.Sessiz ve kimseler yok gibi.Taksi ile askeri bölgeye giriyoruz.Caddelerde bir sürü girilmez yazısı ve barikat görerek ayrılan yoldan ilerliyor ve otelimize ulaşıyoruz. Film karesine girmiş gibi hissediyorum kendimi, sanki savaştayız yada savaş sonrası bir şehir.Aslında öyle de.İki büyük çok katlı bina, arada restoran, arka tarafta da alışveriş merkezleriyle sadece tek bir caddede özgürce dolaşabiliyoruz.Yapılar yıpranmış.Ancak kaldığımız binanın üst katına çıktığımızda görebiliyorum hayalet şehri.
Şehirdeki yapılar  geçen zaman içinde yağmalanmış ve uzun süre kullanılmadıklarından dolayı harabeye dönüşmüş durumda.1974 sabahından sonra, zaman donmuş ve o hiç uyumayan şehir, o günden beri askeri sessizliğe bürünmüş.   BM askerleri tarafından özel koruma altına alınan ve düzenli olarak bakımı yapılan üç binanın haricinde tüm binalar kaderine terk edilmiş vaziyette.Bazısı inşaat halinde kalmış, bazısı yıkılıyor, bazısının kapısı, penceresi çakılarak derme çatma kapatılmış, bazısının açıklıklarından iç mekanlar görülüyor.Merakım sürüyor , korkuyor gibiyim, heyecanlıyım ve yaşanmışlıkları hatırlayıp, baktığımda da toz kokan bir şehir.Bu bölgenin geneli halen Kıbrıs Türk Evkaflarından Abdullah Paşa Vakfı, Lala Mustafa Paşa Vakfı ve Tekkelitika Vakfı’nınmış.Ne kötü böylesi kaderine terkedilmişlik.
   Her şeye inat deniz bir o kadar canlı, mavi ve pırıl pırıl.Bu kadar temiz ve güzel hatta dalgasız bir deniz görmedim.Her bakışınızda dibi görünüyor.Dipte de o güzel kumundaki dalganın bıraktığı izler.Yüzmek ve kumsalda uzanmak çok zevkli.Sadece kumsal ve deniz eski günlerdeki ihtişamı sunuyor.Şans buraya gelip, içinde olmamız; hayalet şehri ve denizi keşfetmemiz. 

   Ve eski arabamız burada görev yapan arkadaşımızla Kıbrıs'a gelmiş; ne şans bu.Bize tahsis ediyor ve böylece gezimiz başlıyor.
Yine arkadaşımız sayesinde çok eski köylerden birini görme imkanımız oldu.Evler ferah, yüksek tavanlı, serin.Ortada bir salona açılan iki oda ve arka korıdorda bır oda ve mutfak.Müstakil ve bahçeli.Bizim köy evlerine hiç benzemiyor.İçinde minumum düzeyde ve oldukça eski eşyalar var, zaman durmuş gibi.Mutfak bankosu ve lavabosu mozaik betondan.Duvarda eski tabaklıklar var.İnsanların sıc
aklığı, kısa görev süreleri ve bahçeyi ekip biçmeleri ile bana sıcak gelen bir ortamdı.
       Geriye dönüyor ve Gazimağusa'dan başlıyoruz.   
           İçinde Kapalı Maraş’ın da yer aldığı Gazimağusa bir ortaçağ kenti. Etrafı surlar ile çevirili. Surların içi ise tarihi binalar ve kaleler ile dolu. Genelde kiliseleri camiye dönüştürmüşler. Bunlardan en önemlisi eski "St Nicholas Katedrali" şimdiki adıyla "Lala Mustafa Paşa Camii".Sade bir minare eklemesiyle katedral bozulmamış diyebilirim.Gotik tarzda işlemeli eşsiz bir penceresi bulunan katedralin 16'ıncı yüzyıl Venedik galerisi avluda yer almakta ve günümüzde şadırvan olarak kullanılıyor. Girişteki yuvarlak pencerelerin üzerinde bir Venedik arması var. Bazı hayvan figürleriyle süslü kabartmanın Salamis'teki bir tapınaktan geldiği sanılıyormuş. Batı cephesi çok iyi korunmuş.Caminin önündeki ağaç Cümbez ağacı imiş ve bu adadaki en yaşlı ağaç.  Lüzinyan, Venedik, Osmanlı, İngiliz dönemlerine tanıklık etmiş. Gölgesi ile harika bir katedral manzarası sunuyor.Sinan Paşa Camii diğer adıyla St. Peter ve Paul Kilisesi yani İkiz Kiliseler) de aynı güzergahta.Tüm eserler yürüyüş mesafesinde. Burası aslında 1358 yılında zengin bir tüccar tarafından St. Peter ve St. Paul’un anısına yaptırılan diğer adıyla, ikiz kiliseymiş. Osmanlıların Gazi Mağusa’yı almasından sonra 1571 yılında Camiye dönüştürülmüş. Caminin avlusunda 1730 yılında Fransa büyükelçiliği yapmış ve vefat etmiş ünlü Osmanlı diplomatı Çelebi Mehmet Efendi’nin mezarı var.
       Mağusa'nın İngilizce ismi Famagusta bir çok tabelada ve haritada karşınıza çıkıyor.
Mağusa Namık Kemal'in sürgün edildiği yer aynı zamanda. Namık Kemal Zindanı, hemen şehir merkezinde: Venedik Sarayı’nın bahçesinde yer alan eski bir zindan olan müze, 1873’de ünlü Türk şair, gazeteci, oyun yazarı, bürokrat Namık Kemal burada hapsedildiği için onun adıyla anılmış. Zindanın tek kapısı sarayın bahçesine açılıyor ve bugün müzede Namık Kemal’in oradaki günlerini anlatan bir düzenleme ile eşyalar sergilenmiş
Othello Kulesi; 14.yüzyılda Gazi Mağusa Limanı’nı korumak amacıyla Lüzinyanlar tarafından yapıltırılmış. Kulenin girişinin üstünde Aziz Mark’ın Aslanı, Nicola Foscari ve 1492 tarihini gösteren kabartmalar vardır.Merdivenlerle ulaşacağınız kule çevreyi görmek için ideal. Kule ismini Shakespeare’in ünlü eseri Othello’dan almış.
St. Barnabas (Aziz Barnabas) Manastırı , Kıbrıs Adası’nda Hıristiyanlığın yayılmasını sağlayan azizlerden biri olan Kıbrıslı St. Barnabas adına yapılan manastır, bugün muhteşem ikonlarla müze olarak hizmet veriyor.
         Bu günü de çevreyi gezmeye ayırdık.Yola düşüyoruz; önce Gazi Mağusa şehrinin 8 km kuzeyinde  yer alan antik Salamis Antik Şehri , bronz çağı sonlarına doğru Anadolu ve Yunanistan’dan Kıbrıs Adası’na göç edenler tarafından kurulmuş. Şehir, istilalar ve akınlarla harabeye dönmüş olsa da bu harabeler Salamis şehrinin geçmişte yaşadığı ihtişamı hala yansıtıyor.50’li yıllardan 70’li yıllara kadar yapılan arkeolojik çalışmalar sonucu ortaya çıkarılmış. Hepsi Roma Dönemi’ne ait olan yapılar, geç dönem surları, St. Epiphanios ve Campanopetra  Bazilikası, gymnasium, yağ değirmeni, forum, Zeus Tapınağı, hamam ve agora gibi binalardan oluşuyor. Kentte bulunan kalıntıların birçoğunun bu döneme ait olduğu biliniyor ve en eski kalıntıların tarihi MÖ 11. yüzyıla kadar uzanıyor.
Bu arada  Kıbrıs’ın en büyük bazilikası Ayia Epiphanios Bazilikasıymış.Ayrıca ; Salamis Tiyatrosu Salamis Nekropolü, Cellarga toplu mezarları ve krala ait anıt mezar Nikokreon Anıtı da antik kent sınırları içinde bulunuyor.
Sarı bir sıcak var.Taşlar, tozlar, kumlar, güneş.Her şeye rağmen bu antik şehir güzel, aralarda yapının gölgeleri dinlenmeye ve oturup bir zamanlar bu şehir diye düşlemeye yetiyor.

 Toplamda
GaziMağusa dan Zafer Burnuna dek 105 km yol katedeceğiz .Ve  uğradığımız Kantara kalesinin yolu buna dahil değil.

İşte, Kantara Kalesi’nin eteklerindeyiz. Kaleye gelince, aşağıda arabamızı park ediyoruz, kaleye çıkmak ise sadece 10 dakikamızı alıyor.Beşparmak Dağlarındaki üç kaleden biri Kantara .En doğuda ve boğaza 14 km mesafede.Tırmanış şeklinde olduğundan, dar ve virajlı yolları var.Ama manzara çok keyifli.Yolu yarım saat kadar uzattık ama değdi. Hala ayakta ve güzel bir kale. Kalede savunma yeri, asker odaları, su sarnıcı, tonozlu odalar, işaret kulesi gibi bölümleri gezdik.Restorasyon geçirmiş.Bu ıssız yerde bir görevlisi de var.Yapının pencerelerinden, teraslarından Karpaz Yarımadası’nın kuzey ve güney sahilleri ayaklarımız altında.
          Karpaz yarımadası eşekleri ile meşhurmuş. Bizim de önümüze çıktı.Öyle evcilleşmişler ki, yiyecek için kafasını arabanın camından içeri sokuverdi.Dikkat edin, yoldan da kolayca çekilmiyorlar, bundandır trafik de aksıyor ama her türlü fotoğraf çekebilirsiniz.
         Yarımadanın en uç noktasında , Dipkarpaz’da ise 18. yüzyılda yapıldığı düşünülen bir manastır, Apostolos Andreas Manastırı, yer alıyor. İsa’nın havarilerinden Apostolos Andreas’a adanan manastır,  ilgi çekici.  İnanışa göre ada su sıkıntısı çekerken Andreas gelmiş ve bastonunu vurarak şimdiki manastırın yanından su çıkarmış. Günümüzde o noktadan halen su akıyor ve dini günlerde Hristiyanlar ayin için buraya akın ediyorlar. Aynı zamanda bir adak ve dilek yeri olarak Kıbrıslı Türkler ile Kıbrıslı Rumlar tarafından kutsal sayılıyor. 15 Ağustos ile 30 Kasım tarihlerinde ziyaret edilmesi adettenmiş. Genellikle göz hastalıkları tedavi eden bir aziz olarak bilinmesine karşın, diğer hastalar ile dertlerine çare bulamayanların buraya adak adamaları halinde dileklerinin gerçekleşeceğine inanılıyormuş.Sarı taş bina  çok güzel, çevresinde restorasyon sürüyor.Kullanılıyor olması ve yaşatılması sevindirici.Burada da ünlü eşekleri görebilirsiniz.
    Yanında su kaynağı bulunan gotik nizamdaki küçük adak yeri ,şapel, manastırın en eski yapısı ve bu yapının M.S. XV. yüzyılda yapılmış olduğu tahmin ediliyor. Adak yerinin batı bitişiğindeki kiliseyse 1867 yılında Dipkarpaz’ın papazı ,Babayuannu İkonomonu tarafından inşa edilmiş. Adak yeri ile kilisenin çevresindeki manastır odaları 1912 yılından sonra değişik tarihlerde yapılmış.
           Karpaz, özellikle yüzmeye tutkunsanız eşi benzeri olmayan bir doğa harikası. İnce kumlu plajı Golden Beach Karpaz (Altın Kumsal), boydan boya uzanan sahil şeridi ve ufuk çizgisiyle birleşen deniziyle muhteşem anlar yaşatıyor.Ama benim favorim Kapalı Maraş sahili.
       Yine Karpaz’da, Kıbrıs adasının en kuzey ucu olarak konumlanan Zafer Burnu ise KKTC ve Türkiye bayraklarının birlikte dalgalandığı, dünyanın en güzel manzaralarından birine ev sahipliği yapan rüya gibi bir rota.Haritadan bildiğimiz tipik görüntüyü burada yakalıyorsunuz.
       Şimdi yine seyirlik bir yol ile kaçırdığımız görüntüler eşliğinde Kapalı Maraş’a , benim güzel denizime dönüyoruz.

01 Ağustos 2019

ULUBEY KANYONU

...


      Bu gidişimizde Ankara'dan dönerken Uşak Ulubey Kanyonu'na uğrayalım diye planlamıştık.Öyle de yapıyoruz.
      Ulubey Kanyonu, Uşak şehir merkezine 33 kilometre uzaklıkta diye bakıyorum haritadan ve yola koyuluyoruz.Amerika Birleşik Devletleri‘nin Arizona eyaletinde bulunan Büyük Kanyon’dan (Grand Canyon) sonra dünyanın en büyük ikinci kanyonu unvanına sahipmiş.
      Yol kıvrıla kıvrıla ilerliyor.Canım fakülte arkadaşıma da uğrayacağız; sürprız olacak.Önce Ulubey'e uğruyoruz.Sevimli, küçük, herkesin birbirini tanıdığı,samimi bir ilçe.Harika bir karşılaşma oldu.Birlikte kanyona gidiyoruz.
Arabamızı park edip, yürüyoruz.Solumuzda hediyelik eşya standları ve Uşak'ın meşhur tatlarının yer aldığı küçük mekanlar var.Ve sağımızda cam teras.Üzerinden ilerliyoruz.Çevreme mi bakınsam, ayaklarımı bastığım manzaraya mı bilemiyorum.Esintili ve
  cam terasıyla muhteşem kanyon manzarası ve kanyonu kuş bakışı görmek heyecan verici.Bir de dostların anlatımı ve samimi sohbetleriyle bu güzellik katlanıyor.
Uzunluğu 45 kilometreyi aşan Uşak Ulubey Kanyonu’nun derinliği 50 ile 170 metre arasında değişiyormuş. Granit ve kum taşı gibi sert kayalıklardan oluşan zeminin hava akımı ve erozyon etkisiyle aşınması sonucunda oluştuğu biliniyor."Bugüne kadar bilinmeyen kanyon, Ulubey Çayı ve Banaz Çayı boyunca devam eden bir ana kanyon ile buna bağlanan onlarca büyük yan kanyonlardan oluşuyor. Ulubey çayı, bütün kanyonu adeta saklı bir cennete çeviriyor" diye anlatıyorlar; çayı işaret ederek.O zaman bu terastan bile çok azını görebiliyoruz.Yürüyüş ve doğa sporlarıyla erişilirse daha çok içinde olunabilir ve görülebilir.Çay kenarında arazileri de varmış arkadaşlarımın.
Bu kadar izlemeyle bile harika oluşumlar keşfediyorum.Değişik kıvrılmış yüzeyler, dağlar, bitki örtüsü, kayalar seyirlik.Ve huzurlu bir yer.

     Ulubey Kanyonu Cam Teras Asar Restaurant ve Cafe, kanyonun doyumsuz manzarasına tanık olanların bir şeyler yiyip içebileceği bir mekan.Uşağın ünlü tarhana çorbası, keşkek, katmer, Ulubey döndürmesi, çömlek kebabı ve demir tatlısı tatlarından yemeden dönmeyin.Cam kenarına oturun ki kanyonun içinde gibi olun.Her şey harika; sohbet, manzara, yemekler ve konukseverlikleri.
      Ulubey Kanyonu, bölgedeki hava kirliliği ve sanayi atıklarından kirlenenen dereleriyle günümüzün erezyonuna uğramaya devam ediyor.Umarım temizlenir, gerekli önlemler alınır.