24 Temmuz 2019

ELAZIĞ, 10 mayıs 2019

      Elazığ'a gideceğiz...Haritadan  bakıyorum; doğuda Bingöl, kuzeyde Keban Baraj Gölü ve Tunceli, batıda Malatya, güneybatıda Karakaya Baraj Gölü, güneyde Diyarbakır ve Fırat Nehri...
Oldukça güzel, değişik bir coğrafya ve ulaşmak istediğim yerler çok yakın.
     Elazığ doğal zenginlikleri ile de dikkat çeken bir yerleşim yeri. Elazığ’ın güneydoğusunda bulunan Hazar Baba ve doğusundaki Mastar Dağları, zengin flora ve faunası ile dağ ve doğa yürüyüşleri için en ideal yerlerden biri olmuş.Murat Nehri kıyılarında ise tarihle doğanın iç içe geçtiği muhteşem atmosferde yürüyüş veya bisiklet turları da yapılıyormuş.. Ayrıca Sivrice ilçe merkezine 6. km mesafede yer alan Hazarbaba Kayak Merkezi kış turizmi açısından oldukça önemli ve 1400 m. Uzunluğundaki kayak pisti ve tesislere sahip.
    İzzet Paşa Camii şehrin odağında, çevresi , alt kısmı çarşı olarak kullanılan büyük bir alanı kaplıyor. Parklar, resmi dairelerle çevrili.Yürüyüşe uygun geniş bir caddesi var.Tatlı satan dükkanlar;  baklava ve kadayıfçılar çok yaygın.Oldukça güzel dekore edilmiş mekanlar ve tercih de çok fazla.Ayrıca bazı dükkanlarda da halka şeklindeki tatlılar raflara dizilmiş.Elinize özel kesilmiş kağıtlardan alıp, halkayı tutup öylece ayakta veya yürürken yiyorsunuz; burada böyle.
Kapalı çarşıları ünlü.Loş, serin mekanlar, gezdiklerimde peynirciler fazla.Tepsilerde açık olarak  ve raflarda duran peynirler sergileniyor.
Caddelerde "ışkın" satılıyor.Öyle ki her köşe başında, her kaldırımda, paketini açmış satan biri var.Sizlerin de kullandığı bir sebzedir;  ışkın  ile tek başına zeytinyağlı yemek yapılacağı gibi fırında yaptığınız patates veya balık gibi yemeklerin içerisine aromasını vermesi için de kullanılıyor.
    Buraların ünlü folklörü, Çayda Çıra oynayan kızları ise sadece cadeddeki heykelde görebildim.     Harput, şehir merkezi ile birleşmiş neredeyse.Eski şehir gibi yanında kalmış.Harput, Fırat ımağının ortasında yer alıyor.Hitit, Asur, Urartu, Bizans, B.Selçuklular, Artuklular, Akkoyunlular, Osmanlı' ya ev sahipliği yapmış.Önemli ticaret yolları üzerinde.Dolaşacak yer çok.
Kalesinden başlıyoruz:Harcının yapımında süt kullandığı söylenen kale, kayalara oulmuş.Burç ve surlar ayakta, halen çalışma ve restorasyon var.Hala eskinin işçiliği daha güzel, restorasyon çok göze batıyor, neden özenli değiliz, yazık.
     Harput Ulu Camii, 12.yy dan. minaresi farklı dönem yapılarını içerdiğinden çok orjınal.Dört kollu sütun üzerinde kubbe, kenarlarda tonoz örtü, ortası beton ve avlu gibi bir açıklığı olan çok değişik bir cami.Kapalı kısımlar halılarla döşenmiş, açık kısım beton tabanlı,  üstten aldığı ışıkla bir avlu şeklinde.
    Her yerde camiler, türbeler ve her karış, her taş ta farketmediğiniz bir tarih, güzellik içeriyor.Kurşunlu, Alacalı Camiler,  Meryem Ana Kilisesi..Türbe ise pek çok, sayabildiklerim şunlar; Arapbaba Türbesi,Üryan Baba, Beşikli Baba, Murat Baba, Nadir Baba, Zahri Baba, Mansur Baba,Tayyar Baba, Musa Kazım Efendi, Hacı Hulusi Efendi, İmam Efendi, Beyzade Efendi,Seyid Ahmet Çapakçuri hazretleri. Hepsinde mucizeler, güzel yararlılıklar, alınacak dersler ve öyküler.
Harput Tepesi'nden, bakıyoruz; şehir ayaklarınızın altında.İlk karayolu sistemi, milattan önce Urartular tarafından yapılmış.
    Buzluk Mağarasına yaklaşınca, araçla ulaştık, kayalıklar serildi önümüze.Kayalıklar arasından da geçit vermez gibi görünen mağara.Gerçekten bir kişinin zor geçebileceği bir açıklık var ve hiç bir şey görünmüyor, tehlikeli geliyor, girmiyoruz.Manzara ise mağaranın üst kısmında harika.Karşıda karlı dağlarla bir kış manzarası.Güzel bir esintiden yeşil, güneş , kar bir arada.
    Harput'ta 1830 yılına dayanan bir konağın onarılması , günümüze ulaşabilen geleneksel mimari yapılarından birini şehre kazandırmış. Harput Şefik Gül Kültür Evi, dekorasyonu, mefruşatının , antika eşyalarının da kullanılması ile ile eskinin tüm yaşamını gözler önüne seriyor.Kendinizi bu evde yaşanmışlıklarla buluyorsunuz.
   Bu gün günlerden Keban Barajı: Keban Barajı, şehre 47km , tam bir seyirlik; doğa, balık ve Fırat demek.Bir de özel izin ile üzerinden geçerek farklı açıdan baraja ve Fırat'a, Fırat'ın suladığı arazilere  bakmak harika oldu.
Yolda seyirlik ve fotoğraflık, oldukça yeşil ve yansımalı bir köprü geçiyoruz .Yanıbaşında da alabalık tesisi.Alabalık ve sazan öneriyorlar.Alabalıkları kızartırken harika baharatlar kullanmışlar.Buradan Fırat'ı izlemek, yansımalara dalmak ve yeşile de doymak güzel oldu.
    Hazar Gölü ise, Elazığ ilinin güneydoğusunda, yaklaşık olarak 80 km²’lik bir yüzölçümüne sahip tektonik bir göl. Karasal iklimin hakim olduğu bölge, Hazar Gölü sayesinde az da olsa Akdeniz iklimini çağrıştırıyor.Mavi bayraklı plajlara da sahip.
Hazar Gölü,  Elazığ'ın yazlığı.Çok güzel, gerçekten deniz kadar güzel.Yemyeşil kıyılara, dağlara dokunuyor.Cevrede güzel kamp alanları ve yazlık evler var.
    Yöresel tatlara gelince; Harput Köfte,ayran çorbası;Harput çorba( kepekli undan hazırlanan yufka arasında cevizli, kıymalı bir harç bulunur) gömbe yada kömbe, ışkın yemeği,   baklavanın rakibi diğer adı  dolanger, kadayıflar, ağın leblebisi, peynir çeşitleri, menengiç ağacının meyvesinden çedene kahvesi,cevizli sucuk: orcık( incecik açılan yufkalar şerit halinde kesilir ve rulo şeklini alarak fırında pişer, üzerine sarımsaklı yoğurt ve yağlı sos eklenir) ,  ince yeşil fasulyeye lobik denir ve çorbası yapılır.
    Gezdim, gördüm, doydum.



   

09 Temmuz 2019

BENELUX PARİS...01-08.06.2019

                İzmir'den  Düsseldorf'a uçuyoruz.Burada saat, bir saatle geride.
Otobüse yerleşmemizin ardından Lüxemburg'a doğru yola çıkıyoruz.Kırk sekiz kişiyiz.Konuşkan bir rehberimiz var, tanışıyoruz: İlker Bey.Otobüse binince, hemen bir açıklamayla başladı.Oturma düzeni adil olsun diye yirmi dört çifti, gün sayımıza böldü; böylece atlayarak oturacağız ki, herkes o an oturduğu yere, saat yönünde ilerleyerek , son gün  gelebilecek.Böylece ön-arka sorunu yaşanmayacak.Güzel bir uygulama oldu.
Bir taraftan dışarıyı izliyoruz:
Yol boyu nasıl yeşil anlatmak zor.Gözün alabildiğine araziler ve yeşilin tüm tonları.
              Lüxemburg olarak anılan şehir, aynı adlı ülkenin başkenti.Doğal kale görünümündeki Lüksemburg'da  panoramik olarak, Kirschberg platosuna kurulu yeni şehir ve AB binaları, tarihi merkezdeki dükalık sarayı, meclis ve bakanlık binaları, Anayasa, II.Guillaume ve Silah meydanları, Adolphe Köprüsü, Notre Dame katedralini görüyoruz.Rehberimiz sessiz, tablo gibi bir şehirdir diyor ve gezmek, aynı zamanda  yemek molası için otobüsümüzden iniyoruz:Kendimizi bir festivalin ortasında buluyoruz.Şehri bölerek parkurlar oluşturmuşlar, atletler koşup duruyor, biraz ilerden dönüp dolaşıyorlar, yine karşımızdalar, kaçıncı tur sayamıyorum.Müzik, tezahurat, standlar, tanıtımlar ve başıma geçirilen turuncu hasır şapka.Biraz geziyor ve kalabalığı izleyerek bir şeyler yiyoruz.Bu mu sessiz şehir, hiç bir şey göremedik diyoruz  ve rehberimiz gezimizi sabaha bırakıyor.Ertesi günü iple çekiyorum çünkü bu eski şehri yürüyerek gezeceğiz.Akşam
Lüxemburg'da konaklıyoruz, otelimiz Hilton Double Three.Bizi çikolatalı kurabiyelerle (cookie) karşılıyorlar.Böyle odamızı beklemeye can kurban.Sabah kahvaltısının ardından başlıyoruz:Şehrin kuzeyinde Alzette nehri, güneyinde Petrusse nehri, ortalarında da ortaçağda inşa edilen Lüxemburg Kalesi var.Dingin sularıyla ve üzerinde yerleştirilmiş gibi süzülen yaprakları ve fotoğraflardaki gerçeğinden ayırt edemeyeceğiniz yansımalarıyla, sokaklarını adımladığımız masal şehir. 
Petrus Vadisi, eski şehir merkezi, daracık sokaklar, şehir katedrali, Dükler Sarayı...Yukardan bu güzel şehre bakmaksa çok güzel, minyatür izliyor gibiyim, nehrin kenarına dizilmiş güzelim evler, aradan uzayan kuleler, köprüler.Hiç unutamayacağım bu güzelliği sık sık guruptan arkada kalarak, hafızama kazıyorum.Bu ortaçağ şehrine ışınlanmış gibiyiz.Gezi sırasında mola ver diye seslenen parklar, bahçe, restaurant ve evler var.
Petrus nehrinden geçişi sağlamak için yapılan o harika köprüyü izliyoruz: Adolphe Köprüsü, 153m ve dört şeritli, ayrıca yaya yolu da var.Lüxemburg'un özgürlüğünü temsil ediyormuş.Yapılalı yüz yılı geçse de, bundan sonra yapılan bir köprü olmadığından adı, halk arasında Yeni Köprü.
         Ertesi gün, Metz'e hareket ediyoruz; 
 Birçok Ortaçağ anıtı ve kentin surları ile etkileyici bir tarihi doku, yemyeşil bir doğa ve nehir boyunca uzanan bu şehir bizi bekliyor . Burası, Fransa'nın kuzeydoğusunda Lorraine Bölgesi’nin merkezi.  Moselle ve Seille nehirlerinin birleştiği yerde kurulmuş. Yaklaşık 3000 yıllık geçmişe sahip şehrin merkez nüfusu yaklaşık 125.000. Roma İmparatorluğu döneminde isyancı Galyalıların en önemli şehirlerinden birisi olan Metz, tarihte bir dönem Almanların egemenliğine de girmiş. 
De Gaulle Meydanı ve yakın çevresindeki caddeler Alman Bölgesi olarak biliniyor.Yaklaşık kırk yıllık Alman hakimiyeti döneminde inşa edilen ve meydanı selamlayan iki önemli yapı: İlki Metz tren garı. Gri kumtaşından yapılmış olan gar binası 1908 yılında tamamlanmış. Rivayet o ki Almanlar bu garı 24 saat içinde 100.000 askerlik orduyu ve mühimmatı taşıyabilecek şekilde planlamışlar. Zaten oldukça gösterişli ve büyük, buraya fazla olduğu kesin. Diğer bina ise tam meydanın karşı köşesinde yer alan devasa Posta Binası, o ise kiremit renginde.
Kiliseye koşuyoruz; yemekti, gezmekti derken ve şehirde bir festival geçit töreni ve pazar kurulduğundan caddelerde her yerden geçiş yok, metal setlerle kapatılmış; geçmeye yol arıyoruz,umarım gezmeye süremiz yeter.Geçecek açıklık yok, koşsak da, olmayacak.Biz de bu görkemi izlemekle yetiniyoruz.Dışardan gördüklerim ve dinlediklerim:      atılmış.Vakit 
Gotik stilde inşa edilmiş St. Etienne Katedrali'nin tarihi 3. yüzyıla kadar gidiyor. Devasa, toplamı 6500 metrekare imiş. 1877 yılında şehirde çıkan yangın Katedralin bir bölümüne zarar vermiş ama sonradan onarmışlar. Yalnız onarırken bu sefer batı kanadında başka bir yerini tahrip etmişler. Bu yüzden batı kanadı neo-klasik iken sonradan neo-gotik hale gelmiş. Katedralin en önemli özelliklerinden birisi de Fransa'daki en büyük vitray resimlerinin bulunduğu katedral olması. Minik heykellerle süslü dev kapı harika.O arada geçit ve kalabalığı izlemek eğlenceli.Yol bittiğinde otobüsümüzün yanında buluyoruz kendimizi, kilisenin olduğu tarafa ise hiç geçemiyoruz.Bu kötü oldu.
                Paris'e doğru yola çıkıyoruz.  Panoramik olarak; Rivoli Caddesi, Vendome Meydanı, Notre Dame Kilisesi, Eiffel Kulesi, Zafer Anıtı, Opera Binası, Louvre Müzesi, Orsay Müzesi, Concorde Meydanı, Champs Elysees, Trocadero Meydanı'nı görüyoruz.Arkası yarın diyor rehberimiz. Konaklamamız İbis, Paris Bastilla Opera Otelde.Eşyalarımızı bırakıp eşimle çevremizi keşfetmeye çıkıyoruz, çünkü otel çok merkezi bir yerde, şanslıyız.Harika caddelerden birinde yürüyüp, nehre ulaşmayı amaçlıyoruz. Gecesi de öyle güzel ki,  vaz geçip, iki ayrı caddeyi turluyoruz.Her yerde parkedilmiş halde duran, cep telefonu programı ile kiralanabilen ve yaygın kullandıkları scoterlar var.Spor, günlük veya şık kıyafet, topuklu ayakkabıyla bile:  Denemeyi düşünüyoruz.
           Sabahtan Seine Nehrindeki tekne gezimizi yapmaya gidiyoruz.Nehir kenarına gelene dek, yine Paris'in ünlü caddeleri, saray ve binalarını geçiyoruz.Bu otobüslü ulaşımlar, serbest saatlerimizde kendi başımıza gezmek için, harita ve şehir rehberi kitabından sonra gitmek istediğimiz yerleri kolayca bulmamız için harika oluyor.Concorde Meydanı'na geliyoruz, otobüs ile içinde dönüyoruz ; 8hektardan büyükmüş ve sekizgen bir alan.Fransız Devrimi sırasında idamlar burada yapılmış.Onu anımsatmak için Luxor Tapınağından gelen 23m.lik dikilitaş meydanı süslüyor.Burası Champs Elysees (Şanzelize) caddesinin de başlangıcı.
İşte nehrin k
enarından görünen güzel Eiffel(Eyfel).Güzel fotoğraf karelerini yakaladığımız  yer.Buradan bütünüyle görülebiliyor.Geziden sonra caddenin karşısına geçip, giriş yapacağız.
Yanları tamamen cam, hatta açılabilen, üstü de düz bir terastan oluşan gemimiz ile yağmur çiseleyen ve Paris'e yakışan bir havada, Seine Nehri turumuza başlıyoruz.
 Eyfel Kulesi ve Notre Dame Katedrali arasında bir tur bu.Dolaşırken de geçtiğimiz önemli yerleri tanıtan anonslar yapılıyor ama ne yazık ki Türkçe anlatım yok. Çiseleyen yağmurda, 360 derece Paris manzarası ise nefis.Başlıyoruz:Notre Dame Katedrali yönüne doğru: Sırasıyla; Invalides (savaş gazilerine yapılan komplex, hastane,müze ve Napolyon'un mezarının bulunduğu Dom Kilisesi burada)Pont Alexandre Köprüsü (köprünün iki başında sutunlardaki altın heykelleriyle)Grand Palais (Cam çatılı görkemli bir saray, sergiler için kullanılıyormuş)Petit Palais (yine sergi sarayı)Concorde MeydanıTuileries Bahçesi (Concorde Meydanı ile Louvre arasındaki bahçe)Orsay Müzesi(ünlü ressamların eserlerinin bulunduğu müze, dıştan taş işçiliği ile çok güzel)Louvre MüzesiPont des Arts (Aşıklar Köprüsü, yayalar için),Fransız Enstitüsü(içinde beş akademi var)Pont Neuf (Adı Yeni Köprü ama en eskisi,iki adanın batı ucunda iki bölümlü 238m.lik köprü) gibi birbirinden önemli yerler bir solukta, bir arada..Hepimizin Paris deyince bildiği kilise olan ve  Fransa’nın en önemli dini yapısı olarak anılan Notre Dame Katedrali, Keltler ve Romalılar tarafından da kutsal sayılan, Sen Nehri kıyısındaki alana 1163-1334 yılları arasında inşa edilmiş. Gotik tarzı ile göz kamaştıran  Notre Dame'ı,  2006'da geldiğimde gezmiştim , bu ünlü katedral dışardan da içerden de oldukça görkemli.15 nisan akşamında çıkan yangında, 8,5 saat sonra söndürülebilmişti,96 m.lik büyük kule artık yok ve tadilatta, bundandır içinin gezilmesine izin yok.
 Bu noktadan sonra  Cite Adası‘nın sağından dolaşıp, Notre Dame Katedrali‘ni geçerek Seine Nehri üzerindeki  Saint Louis Adasının arkasından, Arap Dünyası Enstitüsü'nün oradan geri dönüp, adanın diğer tarafından geri tura başlıyor ve aynı noktalardan geçip ilk kalkış noktasına, Eyfel Kulesi‘ne dönerek yaklaşık 1 saatlik turu tamamlıyoruz.Gerçekten tarihin içinde ve romantik ve seyirlik bir Paris'i izlemek bu. 
                Sıra Eyfel turunda;Bir sürü kontrol noktasından geçiliyor.Çantalar aranıyor, turniklerden geçiyoruz.Buradaki görevliler kalabalıktan mı bıkkın nedir, hepsinin yüzleri asık, çantalarda her an bişi bulacaklarından emin gibiler.Bir bakıyorum, bulduklarını koydukları şeffaf bir kutuda bir sürü metal çatal, bıçak, kaşık; uyarmakta haklılar sanırım.  Eyfel Kulesi'nin 2. katına geniş bir asansörle çıkıyoruz .Asansörler Eyfel'in ayaklarında hareket ediyor. 
Sadece kentin değil tüm Fransa’nın sembolü olan Eyfel Kulesi, pek çok gezgin için Paris'te gezilecek yerler dendiğinde akla gelen ilk mekan. Tasarımı Gustave Eiffel’e ait olan üç katlı kule, Fransız Devrimi’nin 100. yıl kutlamaları çerçevesinde gerçekleştirilen Expo 1889 Fuarı’nın giriş kapısı olarak 1887-1889 yılları arasında inşa edilmiş.
324 m. yükseklikteki kulenin farklı katlarında toplam 3 seyir terası var. 
Bu noktalardan şehrin muhteşem manzaralarını izlemek ve içimize doldurma zamanı.
            Halen bohem yaşamın devam ettiği "Ressamlar Tepesi" adıyla bilinen Montmartre Tepesi'ne gidiyoruz. Burada Sacre - Coeur'ü (Kutsal Kalp Kilisesi) ve ressamların mekan tuttuğu Tertre Meydanı'nı göreceğiz. Montmartre’ın büyüsü ve dönemin rahat ve bohem hayatıyla birleşince Van Gogh, Monet, Renoir, Picasso gibi pek çok sanatçı burayı mesken edinmiş. Place deu Tertre, yani ressamlar tepesi. Bugün de ressamların, tuvallerin, resimlerin, tabloların ev sahibi.Feniküler'le de çıkabilirsiniz, bir sürü merdivenle de.Burda oturarak veya ayaküstü  resminizi çizdirebileğiniz ressamlar da, alınacak pek çok resim de bulabilirsiniz.  
Buram buram sanat kokan Arnavut kaldırımlı Montmartre sokakları, sokak ressamları, cafeleri, restaurantları, yürüdükçe göreceğiniz hediyelik dükkanları ve merdivenlerindeki  turist kalabalığında Sacre Coeura gidiyoruz. Sacre Coeur Bazilikası, hem bembeyaz rengi ve kubbeleri ile bir pastayı andırdığı için “düğün pastası“, hem de yapımında kullanılan taşların özelliği nedeniyle her yağmurda kendini temizlemesinden  “kendi kendini temizleyen kilise” gibi takma isimlerle de anılıyor. Bembeyaz, adı Fransızca’da “kutsal kalp” anlamına gelen kilise Fransa–Prusya savaşında hayatını kaybeden 58 bin askere ve İsa’nın kutsal yüreğine adanmış aynı zamanda Fransızlar için “umut” ve “iyileşme“yi simgeliyor.  Kilisenin kemerli ve üç sütunlu girişinde Joan D’arc, Aziz Louis ve onların üzerinde de İsa’nın heykelleri bulunuyor. dünyanın en büyük mozaiği  burada. İsa’nın beyazlar içerisinde göğe çıkışını resmeden mozaikte kiliseye “kutsal yürek” adını veren kalbi de altın işlemelerle gösteriliyor. Mozaik vitraylar ve gümüş heykel “Bakire Meryem ve Bebeği” harikalar. 77 m.lik çan kulesi ve 18,5 ton ağırlığındaki Savoy Çanı ise dünyanın en ağır çanlarından biri.
 Montmartre tepe üzerine kurulu bir bölge.Gezdikten sonra ister üçyüz
 basamaklı merdivenlerden ,  ister cafelerden  manzara izlemek ve az ileriden bakarsanız yeniden Eyfeli  görmek de var.Harika mı harika.
      Şehre iniyoruz.Opera binası, Palais Garnier oldukça görkemli ve etkileyici bir bina .Adını yapının mimarı, Charles Garnier’den almış.Dışta üstünde büyük altın gibi parlayan kubbe ve binanın iki köşesinde yine altın gibi gösterişli kanatlı heykeller var. Ve güzel sanatları temsil eden heykeller ve klasik müziğin dahi bestecilerinin adları.Bu kez içini gezmeye vakit yok, kuyruk oldukça uzun, bundandır, geçen gelişimdeki izlenimlerimi kısacık paylaşayım:  Oldukça gösterişli bir iç dekorasyona, görkemli ve etkileyici merdivenlere sahip, büyük fuaye’yi tamamen kapsayan tavan resimleri Chagall 'ın.Avizeler, sütunlar, kat kat localar,altta kırmızı koltuklar,duvarlar ihtişamdan ve altın sarısıyla ışıl ışıl.1900 kişilik.Üst katlara çıkıp temsil salonunu görebilmek için bir locanın kapısını araladığınızda muhteşem bir görüntüyle karşı karşıya kalıyorsunuz.
        Şimdi, yürüyerek Paris caddelerini izlemek ve Operanın yanından, Louvre'a ulaşmak istiyoruz.Tuileries Bahçelerinden, Louvre 'u görerek, ona erişmeye çalışarak yürümek :
Louvre Müzesi yalnızca Paris’in değil, dünyanın en önemli müzeleri arasında. Pei tarafından tasarlanan Cam Piramit’in giriş kısmını oluşturduğu Louvre Müzesi, Fransız İhtilali’nden sonra açılan ilk müze unvanını taşıyor. Müzedeki eserlerin tamamını görmek haftalar sürebilir. Bu nedenle müze ziyaretiniz boyunca en önemli eserlere veya ilgi alanınıza göre seçerek odaklanabilirsiniz.  Biletinizi internetten alarak uzun kuyruklardan da  kurtulabilirsiniz. Richelieu, Sully ve Denon isimli üç kanadı bulunan müzede herkes önce  Mona Lisa adlı tabloya koşuyor.Çok kalabalık ve bu küçük tuvalcik mi diye hayal kırıklığına uğramayın.
          Müze, Louvre Sarayının bahçesinde. 14. yüzyılda kraliyet ailesinin konakladığı bu saray U şeklinde inşa edilmiş.Değişik dönemlere ait bir saray.Önünde yer alan Tuileries Bahçesi çok uzun ve büyük.Orta alanda tadilat olduğundan sadece çevresindeki yeşil alan, havuz  ve ağaçlarını izleyebildik. Yine de  banklarda oturanlar, şezlonglarını alıp gelenlerle dingin,yeşil ve tarih içinde yüzüyor.Opera Binasından(Palais Garnier),  Louvre 'a yürümek nefes kesici bir tarihin içinden geçmekti.
Akşam saatlerinde bir taksıye binerek Champs Elysse(Şanzelize) caddesi, Louvre nin içinden geçerek yeniden cam piramit ve gece ışıklı halini de görüp, Eyfel Kulesi' nin ışık oyunlarını  izlemeye gidin.Biz yaptık.Saat 23.00 de başlıyor ve havai fişek gibi bir Eyfel silueti tadını yakalayın. 
Paris’in en ünlü ve lüks caddesi Champs Ellysee  ününü üzerinde bulunan lüks giyim mağazalarına, kafelere, restoranlara ve Zafer Takına borçlu.  Kapının altında, I. Dünya Savaşı’nda ölenlerin anısına inşa edilen Meçhul Asker Mezarı bulunuyor.
Paris, kalabalık ama güzel.Özellikle turların da
etkisi var ve çevreden çalışmaya gelenlerin de, trafik çok yoğun.
           Sıra Disneyland rüyasında:
Şehir merkezinden 32 km. uzakta yer alan Disneyland, 2 bin hektarlık alan üzerine 1992 yılında kurulmuş. Disneyland Park ve Walt Disney Studios Park olmak üzere 2 ana bölümden oluşuyor. Disneyland Park kısmında her yaş grubundan bireye hitap eden Main Street USA, Frontierland, Adventureland, Fantasyland ve Discoveryland bölümlerine yer verilmiş.   Disney dünyasının canlandırıldığı ve 40’tan fazla eğlence ve oyun bölümünün yer aldığı “Disneyland” büyük küçük herkes için eğlenceli bir masal dünyası.Her şeye yetişmek için sabırsızlanıyorsunuz.Meraklanmayın hepsine zaman yetecek.Kuyruklar uzun ama sıra çabuk geliyor.Çok rağbet olanlarda da fast past özelliğini kullanıp, size verilen saatte giderseniz, özel olarak çabucak geçebilirsiniz.Küçüklere, büyüklere diye sakın ayırmayın, yararlanın, hepsi eğlencelik.TV ve sinema dünyasının en eğlenceli biçimde canlandırıldığı “Walt Disney Studios” bölümünde ise sevilen sinema ve televizyon şovlarına ait tematik alanlar var.Biz tek bilet ile Disneyland Park'ı tercih ettik.
Eğer geç saate dek kalacaksanız, diğerine de zaman yetiyor.Bir de bilet değişimi yapabilirsiniz: Giriş-çıkış yapılabilsin diye biletleri iptal etmiyorlar. Bizde iki grup sözleşti, biletleri değişerek aynı ücrete iki bölümden de yararlandılar.Biletler tüm gün süreli, geçerli ve giriş çıkış yapılabiliyor .
          Brüksel'e doğru yola çıkıyoruz.  Bruges, Brükselin kuzey batısında, Avrupa'nın en güzel şehirlerinden biriymiş. Ortaçağda en parlak dönemini yaşayan Avrupa ticaretinin vazgeçilmez limanlarından olan şehir, aynı zamanda Burgonya Dükalığı'na da başkentlik yapmış.Flaman Bölgesi, Flemenkçe konuşuluyor.Gerçekten de kanalları, iyi korunmuş binaları, Burg ve Markt meydanları, Beffroi, Kutsal Kan Kilisesi, 14.yy dan kalma belediyesi ile kendinizi bir film setinde ya da masal diyarında hissediyorsunuz, 2000 yılında Unesco Dünya Mirası listesine girmiş.Markt Meydanı, şehrin merkezi, 1 hektarlık bir büyük alan.Çan kulesi, mahkeme, heykeller, her türlü dükkan, restoran var.Caddeden Aziz Salvator Kilisesine çıkılıyor, 10.yüzyıldan kalma; harika taş yapı.
Terkedilmiş kadar sessiz, taş ve kiremit kırmızısı bir şehir burası. Çikolata, dantel ve bira diyarı.Konaklamayı  Brugge yakınlarındaki otelimizde yapıyoruz.

Sabah, Brüksel'de ünlü bir heykele koşuyoruz.Çevredeki taş eski binaların altındaki dükkanlar çikolata ve vafılcılarla dolu. Burası,halka açık bir çeşme, heykel ise Belçika’nın maskotu ve çok sayıda ilginç ve şaşırtıcı hikayenin de kahramanı.
 Manneken Pis, Türkçe anlamıyla İşeyen Küçük Çocuk Heykeli, 1619 yılında Brüksel'li heykeltıraş  Elder tarafından yapılmışt. Bu 61 cm boyutlarındaki küçük heykelin niçin yapıldığı ile ilgili kentte birçok efsane anlatılıyor.Heykel, tarih boyunca bir kaç kez   çalınmış. Tekrar çalınma riskine karşılık heykelin orjinalinin saklandığı söyleniyor. Nasıl bir kalabalık var, anlatılmaz, gülümseyerek fotoğraflar çekiliyor.Otobüsümüze biniyor ve yeşil, su diyarına gidiyoruz.
           Yeni bir ülke:
 Hollanda,  Ülkenin Hollandacadaki ismi olan "Nederland"  alçaktaki ülke anlamına geliyor.Sahil şeridi 451 km olan Hollanda' nın topraklarının dörtte biri deniz seviyesinin altında.Yel değirmenleri, kanallar, bisikletler, patates, tahta ayakkabı yani klompenler diyarı.Bir de Hollanda’daki pek çok yer isminde karşılaşacağınız ve ülkeye özgün coğrafi şeklini veren unsurlar olan “polder” (sudan kazanılmış araziler), “dijk” (setler) ve “sloot” (su kanalları, hendekler)lar. Hollandalılar hem deniz ve nehir sularıyla mücadele etmek, hem de Haarlem Gölü örneğinde olduğu gibi toprak oluşturmak için setler yapmışlar. Hollanda setlerle bölünmüş farklı polder ve göletlerden oluşmuş, kırık yama görüntüsünde.Göz   alabildiğine uzanan bir yeşillik, içinden geçen nehirler, su yolları, göller, göletler. Karadayken deniz seviyesinin beş altı metre altında olduğunu bilmek, başta insana ürkütücü geliyor doğrusu.
          Adını Amstel Nehrinden alan Amsterdam, 50 km’lik toplam kanal uzunluğuyla bir kanallar şehri . İnsanın gözü bayram ediyor.%25’i su seviyesinin altında bir ülke olarak denizle yaşam halindeler . Tarlalarda inanılmaz bir drenaj sistemi var.Nehir, kanal ve göller Hollanda' da 4000 kilometrekare alan kaplıyor. Amsterdam, tamamen kazıklar üzerine inşa edilmiş olup, kentte 1281 köprü bulunuyor.  Tarım ve hayvancılıkta ne kadar iyi durumda olduklarını gözle gördüğümüz kadar, dış ticaret rakamları sayesinde de iyi biliyoruz.Şehir merkezinden 10-15 dakika dışarı çıkınca bir anda kırsala varıyorsun, göz alabildiğine dümdüz uzayan bereketli, yemyeşil tarlalar, üstlerinde gürbüz inekler, koşan güzel atlar, tavuklar, kazlar, ördekler, su üstlerinde kuğular ve türlü su kuşları görüyorsun. Çok güzel, çok yeşil, çok düz, çok düzgün bir şehir, bir ülke.
          “Bisiklet Şehri” diyoruz. Doğru, kah spor, kah gündelik, kah çok şık giysili her yaştan kişi bisiklet kullanıyor. Ama dikkat, burada öncelik bisikletlerin.Yayadan ve araçlardan önce onlar geliyor.Kocaman tekerli bisikletleriyle kendi yollarından  hızla geçiyorlar.
           Amsterdam’da heryerde ortamı çok sıcak, müdavimleri oldukları her hallerinden belli her yaştan arkadaş gruplarının gülerek sohbet ettiği, çeşit çeşit bira ve Hollanda cini “jenever” deneyebileceğiniz ve ortamın enerjisiyle güzelce dinlenip rahatlayabileceğiniz eski publar, birahaneler ve kafeler var.
           Rehberimizle Dam Meydanı'na yürüyoruz.Dam Meydanı, yolunuzun mutlaka düşeceği, şehrin en büyük meydanlarından biri.Amsterdam’ın yeni yakası denen, Nieuwe Zidje’nin tam göbeğinde yer alan meydan Central Station (Ana Gar)‘dan çıkıp karşıya geçtiğimiz an başlayan Damrak’ı takip ettiğinizde karşınıza çıkıyor.Damrak 1672 yılına dek Dam Meydanı‘na mallarını, yüklerini boşaltan gemilerin geçtiği, kentin en yoğun kanalı imiş. 1672’de doldurulmuş. Şu an Amsterdam’ın en ünlü caddelerinden birisi.Ne kalabalık öyle, buluşma noktası, soluklanmak noktası,
 sokak performansları , dört tarafında koşan kalabalık.Meydanda kitap fuarları, konser ve sergiler de gerçekleştiriliyormuş. Bir taraftan içinden tramvay, otomobiller, motosikletliler ve bisikletliler geçen meydanda,  bir yandan da turistlerin çok ilgisini çeken atlı arabalı turlar var.Meydan Amsterdam’ın kalbi gibi. Rokin, Kalverstraat, Nieuwezidjs Voorburgwal gibi önemli ve birbirinden farklı özellikte ünlü caddelerle çevrili.
2. Dünya Savaşı sırasında ölenlere adanan National Monument (Ulusal Anıt), 14. yüzyıldan kalma ve Oude Kerk ’in cemaatinin sayıca artması üzerine inşa edilen, uzun zaman boyunca Hollanda hükümdarlarının taç giydiği ve artık bir kültürel merkez halinde olan New Kerk, belediye sarayı olarak inşaa edilen ve Hollanda Kraliyet ailesi tarafından resmi törenlerde kullanılan Koninklijk Paleis (Belediye Sarayı), balmumu heykelleriyle ünlü Madame Tussau Müzesi ’sı, Polonya göçmeni hırslı terzi Krasnapolsky’nin harabe halde kiralayıp bugünkü halinin temellerini attığı ünlü Grand Hotel ve Amsterdam’ın en ünlü AVM’lerinden de Bijenkorf bulunuyor. Rembrantplayer'de  Rembrandt'ın  Gece Bekçisi tablosu üç boyutlu canlandırılmış.Karakterlerin arasında fotoğraf çektirmeyi unutmayın.
Ve Çiçek Pazarını gezmeyi de; binlerce soğan, b
inlerce lale, çiçek fotoğraflarının arasında kaybolun.Lale devrini yaşayan bizler, lalelerimizi ne yaptık?Burada her yer çiçek.Bu pazarda en çok da lale var.

 Dünyanın en büyük çiçek üreticisi olan ülke kilometrelerce uzanan çiçek tarlalarına sahip , mevsiminde gelseydik, duyuyoruz ki rengarenk olacaktı her yer.
Dam Meydanından geçen tramvayları keşfediyoruz, kredi kartı ile binilebiliyor.Zaman kazanmak için yararlanıyor ve Vondelpark’ın yanında yer alan   Museumplein' e gidiyoruz.Yemyeşil kocaman alanda pek çok müze var.Bu ne güzellik, çimlerde oturan ve müzelere koşturan, bu yolu kullanan pek çok insanla dolu.Rijk müzesini gezmek istiyoruz.Hollanda Ulusal Müzesi diyebileceğim Rijksmuseum’un en önemli özelliği, sahip olduğu koleksiyonun önemli bir kısmının Hollanda sanatına ve hatta özellikle Hollanda resim sanatına ayrılmış olması. Burada elbette Avrupa veya Asya sanatlarına ait eserler, resim dışında heykel, dekoratif objeler, taslak ve çizimler de mevcut ancak müze özellikle 17.–20. yüzyıllar arası Hollanda resimleri açısında ziyaret edilmesi gereken bir müze.
Rijksmuseum’da, Hollanda’nın 800 yıllık tarihine ışık tutan eserlerin yanı sıra dünyanın başka yerlerinden sanatçıların da önemli eserlerini görmek mümkün.30.000 m2 alana sahip, 8.000 parça sanat eseri sergilenen müze yılda 1.5-2 milyon kişi tarafından ziyaret ediliyor.Çok ihtişamlı ve çok büyük.Rembrandt’ın 17.yy’daki bir grup milisi resmettiği Gece Bekçileri, yine Rembrandt’ın Yahudi Gelin, oğlunu bir keşiş olarak resmettiği Keşiş Elbiseleri İçindeki Titus’un Portresi ve kendisini bir havari olarak resmettiği otoportresi Havari Paulus, Jan Vermeer’in gerçekliğin doruğundaki resmi Mutfak Hizmetçisi ve Mektup Okuyan Kadın isimli eserleri, Johannes Verspronck’un Mavi Giysili Kızın Portresi isimli eseri, Acıların Bakiresi isimli büst, Japon tapınak muhafızı Naraen Kongo Heykeli ve ressamı bilinmeyen Azize Elizabeth Günü Taşkını Müzede sergilenen 8.000 eseri arasında mutlaka görmeniz gerekenlerden. tam bir sanat şöleni yaşamak ve ardından müzenin kafesinde yorgunluk kahvesi yudumlamak , en sanat dolu kahvelerimden biri oldu.Vincent Van Gogh'un otoportrelerini ise tekrar tekrar izledim.
 Van Gogh Müzesi ve  Stedelijk Müzesi  bu alanda. Van Gogh Müzesinde,  zemin kattaki otoportreleriyle başlayacağınız  ziyarette öncü sanatçının mektupları ve fotoğraflarını, hayatı ve sanatının kesiştiği diğer ünlü sanatçıların eserlerini de görebilirsiniz.
Müzeler çocuk ve gençlere indirimli, bizdekinin tersine; onlar öğrensinler, bilgilensinler, alışkanlık kazansınlar diye.

       Merak ediyorsunuz değil mi sıra Amsterdam Red Lıght District'e geldi: Bugün önemli bir turistik etkinlik haline gelen ve başlı başına kendisi de turist ve insan çeken bu mahalle, aslen randevu evleri, seks shopları, striptiz kulüpleri, canlı seks şovları, barları, diskoları, kulüpleri ve tiyatroları, literatür kapsamındaki müzeleri, ayrıca çeşitli kafeleri ve restoranlarıyla ünlü bir bölge.Geçmişi 14. yüzyıla kadar dayanıyor. Denizcilerin isteği üzerine sunulan hizmetle başlamış.Gezdikçe,  bir yandan her cinsten seks işçisini , kırmızı ve  mavi ışıklı vitrinlerinde vücutlarını sergilerken; tam karşılarında da onları izleyen meraklılarını  ve  bunu bir turistik faaliyetin parçası olarak gören kızlı erkekli taşkın kalabalığı görüyorsun.Rahatça bakarak pek çok vitrin odacığın bulunduğu sokak aralarından geçiyoruz.
Gelelim, halüsinasyonlar ve kafa bulmaca kısmına:B
iz  merak etmedik, aklımızda ne kek-kurabiye ne mantar , ne içmeyi denemek yok.Duyduğumuz anormal  hikayelerden sonra ve özellikle yenenlerin tehlikesinden,  denemek istemedik. Bu sebeple nasıl bir deneyim anlatamayacağım. Söyleyebileceğim tek şey Amsterdam denince akla gelen önemli özelliklerden biri de, cafeshoplarda 5 gr.ın altında hafif uyuşturucuların kullanımının ve satışının yasal olması.