27 Haziran 2019

Çanakkale, Gelibolu, 29 ekim 2018

"Troya'ya Hoşgeldiniz...

MÖ 3000'de başladı bizim bu coğrafyadaki serüvenimiz... Bir zamanlar, şimdi ova olan bu yer henüz bir körfezken, ticaret yolları üzerinde parlak bir kenttik. Kutlamalara, kahramanlıklara tanık olduk. Savaşlar ve yangınlar gördük. Sırlarla dolu geçmişimiz hakkında tarihçiler, arkeologlar ipuçları aradılar yıllarca. Şu an çevrenizde gördüğünüz kalıntılardan çok daha fazlası vardı yaşamımızda.
Kentimizin uzun ve inişli çıkışlı tarihi boyunca bastığınız topraklara bastık, geçtiğiniz tarlaları ektik, şu köşedeki taşlarla surlar inşa ettik, denizden balık tuttuk, bu topraktan çömlek yaptık, sıcak yaz günlerinde karşıdaki zeytin ağaçlarının altında dinlendik, savaştık, yok olduk...
Bu coğrafyayı, rüzgarı, toprağın, gökyüzünün ve denizin rengini, havayı, zeytin ağaçlarını ve taşları hafızanıza yazın. Az sonra rampadan inerken yıkık burçlar ve Troas'ın verimli toprakları geride kalacak. Rampa sizi bugün bildiğiniz Troas Bölgesi'nden geçmişe, Troya'nın hikayesinin büyük bir bölümünün keşfedilmeyi bekleyen dünyasına taşıyacak. Burada Troya'dan gelip geçmiş ve bu topraklarda kalıp yitmişleri anlamaya başlayacaksınız.
Topraklarımıza hoşgeldiniz..."
diyor, o yılların sesinden, mimar Derya Yazman                   
       Troya Müzesi, Çanakkale – İzmir yolunun 25. km'sinde Tevfikiye Köyü istikametinde 5. km'de yer alıyor.
   Müzenin binasında, tarihte bir dönem varolmuş bir uygarlığa günümüzden bakarak, bir yapının ötesinde bir his oluşturmak amaçlanmış.Bu noktada tasarımda tercih edilen yol, ziyaretçiyi belirli eşiklerde kademeli olarak tecrit etmek olarak düşünülmüş.İzleyiciyi kısmen ve bazen tamamen fiziki bağlamdan koparmak ve tekrar bağlamak...Tasarım, tüm destek işlevlerini yer altındaki tek bir kata toplamış. Bu kat yeryüzünden algılanmayan, üzeri peyzaj ile örtülü bir kat.
Sergi yapısı bu katın içerisinden, yeryüzündeki bir yarıktan toprak üstüne yükselen 32*32 m boyutlarında kare planlı bir obje olarak yükseliyor.Bu hali ile müze kompleksi dışarıdan peyzaj içerisine oturtulmuş topraktaki bir yarıktan yükselen dev bir arkeolojik bulgu olarak algılansın istenmiş.Yapıya 12 m. genişliğinde bir rampadan aşağıya inerek giriyorsunuz. İnerken ufuktaki yapıya doğru yaklaşıp, peyzaj ve yeryüzü yavaşça kaybolsun, geriye gökyüzü ve yapı kalsın diye planlanmış.Öyle de oldu.
Rampalar ile yavaşça yukarı çıkmaya başlandığında cephedeki açıklıklardan coğrafya, tarlalar ve Troya kalıntıları görülüyor.Bahçede hummalı bir peyzaj çalışması sürüyor. Çatıya ulaşıldığında ise dev bir seyir terasına çıkılıyor. Troya'nın uzak ve yakın geçmişi, bu topraklardaki yaşanmışlıklar ve yaşanabilecekler işte burada hayal edilir...
           Troya Müzesi’nde; Homeros’un İlyada Destanı ile tarihe geçmiş Troas Bölgesi’nde iz bırakan Troya ve kültürlerinin yaşamı ve arkeolojik tarihi, kazılardan çıkan eserler aracılığıyla anlatılıyor.
           Müze üç katlı. Teşhir katlarına bir rampadan çıkarak ulaşılıyor. Rampanın toplam uzunluğu ise yaklaşık 480 metreymiş. Yedi başlığa bölünmüş bir hikâyeyi takip ediyorsunuz: Troas Bölgesi Arkeolojisi, Troya’nın Tunç Çağı, İlyada Destanı ve Troya Savaşı, Antik Dönemde Troas ve İlion, Doğu Roma ve Osmanlı Dönemi, Arkeoloji Tarihçesi ve Troya’nın İzleri.
Müze ziyareti binaya giden rampadan inerken başlıyor. Rampanın duvarlarında bulunan nişlerde Troya’nın farklı katmanları; mezar taşları, büyük boy heykeller, sahne canlandırmaları ve büyük boy fotoğraflarla anlatılıyor.
Müzenin girişinde, sergi katları öncesinde ön bilgi  amacıyla arkeoloji bilimi; arkeolojik ve arkeometrik tarihleme yöntemleri, “neolitik, kalkolitik, tunç çağı, demir çağı, höyük, restorasyon, konservasyon” gibi terimler şemalar, çizimler, metinler ve interaktif yöntemlerle aktarılıyor.
Assos, Tenedos, Parion, Alexandria Troas, Smintheion, Lampsakos, Tyhmbria, Tavolia ve İmbros kentlerinin tarihleri, kazıların kısa bilgileri ile pişmiş toprak figürinler, tıbbi aletler, taş ve kemik aletler, mermer eserler, altınlar, pişmiş toprak kaplar, masklar, heykelcik ve kuklalar ile cam eserler yer almış.Her kentin panosunda Troas Bölgesi’nde nerede olduğu işaretlenmiş ve kentin bir görseli de yer almış.
Dardanos ve Çan Tümülüsleri ile satraplık dönemine tarihlenen Altıkulaç Lahti bu katta. Dedetepe Tümülüsü bir yansıtmayla yeniden canlandırılırken, Dardanos Tümülüsü’ne interaktif bir ekrandan girilip gezilebiliyor. Müzenin ilgi odağı olacağı düşünülen Troas Altınları, bu katın merkezinde, özel aydınlatmalı ayrı bir odada sergileniyor.
Birinci katta  Troya’nın Tunç Çağı dönemlerine ışık tutuyor. Kronolojik bir sırayla Troya’nın katmanları ve gelişim evreleri anlatılmış. Tunç Çağı sonunda kentin bir savaşla terk edilmesi hikâyesini temsil eden efektli yansıtma ise çarpıcı.
 Rampada Tunç Çağı sonrası karanlık çağların başlaması anlatılıyor.Sonrasında, 2.katta,  çanak-çömlek buluntuları ile demir aletler var.Troya Savaşı, ozanı, kahramanları, olayları, mekânları; sikkeler, çanak-çömlek ve mermer eserlerle beraber, çizimler, maketler, dijital efektlerle kurgulanmış 3-4 dakikalık bir animasyonu da var.Ve lahitler, heykeller gibi; hepsi agoralar, forumlar, geniş tapınak avlularına göndermede bulunarak ferah bir gezi güzergahı üzerinde büyük boy eserlerle görselleştirilmiş..
3.katta: Troya ve çevresinde yerleşim, beylikler ve Osmanlı Dönemi’nde devam edişi ve  Osmanlı yerleşimleri, Çanakkale Boğazı’nın Osmanlı Devleti’nin ilk zamanlarındaki önemini anlatan metin, gravür ve fotoğraflar kullanılmış; devam eden çanak-çömlek geleneği, taş işçiliği ve sosyal yaşam taş eserler, sikkeler ve seramiklerle verilmiş.Ayrıca bu katta 19.yüzyıldan bu yana devam eden kazıların tarihi ve hikâyesi ele alınmış. 
                             Müzenin tasarımı, algıladığımız dünyanın ötesinde bir dünyayı, tarihi kökleri ve hikayeleriyle ziyaretçiye aktarmak üzerinden kurgulanmış.Çok da başarılı olmuş.Böylesi düzenli, çok bulgudan oluşan, görselli bir müze çok etkileyiciydi.Gezin gezelim, görün görelim, çoğalın çoğalalım, tarihimizi bilin bilelim diye aktardım.

26 Haziran 2019

GÖKÇEADA YENİDEN



Gökçeada Yeniden...        



              Gökçeada denince herkesin aklına sokaklarında dolaşacağı Rum köyleri, dibek kahve ve muhteşem sahilleri gelir.  Derim ki, bu turistik bir çağrı, siz gezdikçe gerçekten bunlardan farklı bir ada görmeye başlayacaksınız.Gelenekler, yaşam içiçe geçmiş, eskilerden esintilerle, yeni tadlarla bambaşka bir yer: İşte o zaman ada gerçekten daha güzel ve ilginç gözükecek.2012 de gelmiştim, şimdi gezmek, gözlem yapmak ve tad almak daha bir farklı olacak.
                 Gökçeada, Türkiye'nin en büyük adası.Çanakkale'den Ecabat'a,  Eceabat'tan da Kabatepe feribotuna biniyorsunuz. Kabatepe'den Gökçeada'ya feribot 80 dk sürüyor.En güzel yanı feribotumuza yunusların eşlik etmesiydi. Feribotumuz  Kuzulimanına yanaşıyor.Merkez Kuzu Limanından 7km.
                Lozan antlaşmasından önce Gökçeada'da %95 Rum, %5 Türk vatandaş yaşarken, Lozan antlaşması sonrası 1923-1924 mübadelesinden günümüze kadar olan tabloda demografik yapı %95 Türk, %5 Rum şeklinde değişmiş. Anadolu'nun dört bir yanından insanlar iskan politikasıyla buraya gelmiş. 
                Merkez Gökçeada'da 500'e yakın Rum vatandaşımız yaşıyor.Eski adı Panayia olan merkez 3 mahalleden oluşuyor. Çınarlı Mahallesi'ndeki Panayia Kilisesi, açık, pazar günleri 10:00-11:00 arası  gelirseniz ayini de izleyebiliyorsunuz.1835 yılında inşa edilmiş. Fatih Mahallesi üzerinde Metropolitanlık binası, Metropolitan Kilisesi ve Fatih Camii, ; kilise dışardan küçük, gösterişsiz, içine girince ise büyük ve güzel.Kapıda sizi Meryemana ve çocuk İsa ikonu karşılıyor, içi çok  güzel. Metropolitanlık binası eski ve görkemli.  
Yeni Mahalle'deki Aya Varvara Kilisesi ise yanındaki eski çeşmesiyle dikkat çekiyor.Okudum ki, kiliselerle birlikte adada yaklaşık 360 şapelin varlığından söz ediliyor. Halkın ‘manastır’ olarak da adlandırdığı şapeller ibadetin yanında, kötülüklerden  korumak ve bereket getirmesi amacıyla, başta kent merkezleri olmak üzere adanın her yerine inşa edilmiş.
 İş Bankası sokağı trafiğe kapatılmış ve  dükkanları, kafeleri ve restoranları ile çok değişmiş:Sevimli, rahat, huzurlu ve çok renkli.
Çok yapılaşma olmuş, özellikle merkez ve çevresinde, çok yerel satış mekanı açılmış, gerçekten turistik olmuş.O anımsadığım Gökçeada değil.Köylerin bozulmamış olmasına çok sevindim.Gönül ister ki daha yeni yapılaşmalar merkezin dokusunu bozmasın.

             Zeytin ağaçları ve zeytin ürünleri ada merkezindeki mekanlarda, üstelik kendi üretimleri olarak bulabilirsiniz.Ada Rüzgarı da bunlardan biri; zeytin ürünleri, doğal otları, baharatları, damla sakızı, reçeller ve adanın eski formülleri olan kremleri var.Özellikle egzama, sedef, topuklar gibi sert deride ve pişikte dedikleri krem gerçekten güzel.Doğal ürün satışında İmroza ve Meydan da diğer mekanlar.
Bademli kurabiye ise adanın en çok rağbet gören ürünü. Tereyağı, un ve bademden yapılan ve ağızda eriyen kurabiyelere, kurabiyeyi ile kez yapan Efterpi Zguromali’nin (Efi) anısını yaşatmak için Efi ismi verilmiş. Efibadem. Gökçeada’nın marka değeri haline gelen kurabiyeleri merkezdeki Meydani Pastanesinde bulabilirsiniz.Pastanenin incirli ve treliçe dondurmalarını da öneririm.
Her yerde serbestçe otlayan hayvanlar var.Özellikle keçi ve oğlaklar.Bu doğallıkta hepsi özgür ve etler çok güzel.Özellikle oğlak tandır.Her yerde yiyebilirsiniz, ama merkezde iseniz Meydan Restoran en ekonomik ve en güzeli.Burada diğer yemekleri de bulabilirsiniz.
Mantı ve cicirya da adanın güzellerinden.Cicirya pide ile pizza arası adaya özgü bir
tat.Tabiki, deniz ürünleri de bir o kadar güzel.
Çok güzel bir uygulama var:Belediye Meclisi'nde alınan karara göre 01.06.2015 tarihinden itibaren Gökçeada'da naylon poşet ve plastik masa sandalye kullanımı yasaklanmış.Bundandır nostaljik ahşap kahveci sandalyeleri her yerde ve çok güzel.

            Gökçeada’da özellikle Şirinköy (Bulgaristan'dan), Eşelek (Biga'dan) ve Uğurlu (Burdur ve Erzincan'dan gelenler iskan edilmiş) civarında son yıllarda yoğun bir organik tarım yapılıyor.
           Yıldız Koyu’ndaki kumtaşlarının, deniz suyu ve bakteriler tarafından aşındırılması sonucunda inanılmaz güzel taş heykeller çıkmış ortaya. Ayrıca Yine Yıldız Koyu’ndaki kaya katmanları da mutlaka görülmesi gereken doğal anıtlar.
 Kaleköydeki Yıldız Koyu ve Kuzulimanı arasında yer alan 
Gökçeada Sualtı Parkı;  kıyıdan 1 deniz mili uzunluğunda, denizden 200 metre açıklığında bir alanı kapsıyor. Yelkenkaya ile Çiftlik Koyu arasında yer alan, içerisinde su altı mağara girişleri de olan ve Akdeniz Foku dahil pek çok deniz canlısı için habitat olma özelliği taşıyan bir bölge. Akdeniz ve Karadeniz arasındaki deniz canlılarının geçiş yolu üzerinde olduğu için ada civarında zengin balık yatakları bulunuyor. Gökçeada civarında  koruma altına alınmış şu türlere de rastlanıyor: Akdeniz Foku Deniz Çayırları, Triton, Böcek, Pina, Yunuslar, İspermeçet Balinası, Deniz Kaplumbağası gibi. Tampon bölge olan Yıldızkoy'da yüzme ve balık tutmaya izin verilmiş. Diğer bölgelerde avlanmak yasak, dalış için izin almak gerekiyor. 

           Şahinkaya Köyü adanın ilk iskan köyü, Trabzon'un Şahinkaya'sı. Bu köy yakınındaki Laz Koyu adını buradan alıyor.Yüksekten denize ve yeşile bakmak, doyamamak.Aşağıya inişle güzel bir tesis ve plajı, denizi var.
           Güzelce Koyu ve Kefalos’ta hem rüzgârsörfü hem de kite sörf yapılmaya başlanmış. Bu iki bölgedeki rüzgâr sörf için inanılmaz elverişli. Kefalos’ta birçok yerden Sörf kursu almak mümkün. Kefalos  aynı zamanda karavancı ve kampçıların da favorisi.
           Denizden bir kum barı tarafından ayrılan göl, kurak mevsimlerde tamamen kuruyarak tuzla kaplı bir alana dönüşüyormuş. Bu nedenle Tuz Gölü ismini almış .Biz geçerken göl olarak izledik. Göle boşalan bir dere yok, tamamen deniz suyu ve yağmurlarla oluşuyormuş.
          Kaleköy, adanın deniz kenarında yer alan tek yerleşim bölgesi.Burası sadece Gökçeada'da değil, Türkiye'de gördüğüm en güzel batımı noktaları arasında. Kelimelerin yetersiz kaldığı bazı anlar vardır ya, işte o an...
Eski Kaleköy’ün içinde bir kilisenin bahçesinde bulunan Mustafanın Gayfesi, adanın tüm sakinliğini ve dinginliğini hissedeceğiniz bir yer.
Bu köydeki Aya Marina Kilisesi, adadaki restore edilmiş Gökçeada kiliselerinden. Beyaz rengi ve küçük boyutlarıyla oldukça sempatik görünüyor.
Kaleköy'ün gecesi de başka güzel;sahil kısmına doğru yürüyün, kah canlı, kah yunan müzikleri sizi yönlendirecek.Sevimli, ışıklı, doğal, cafe, bar ,restoran, tavernalar.Her şey herkes bahçede, sokakta.Kapı önünde oturma adetini anımsatıyor.Samimi, küçük, renkli ve sohbetçi kişilerin işlettiği dükkanlarda hediyelik sevimli el işleri var.
         
Yeni Bademli'nin kurulmasından sonra Eski Bademli denen köy yüksek bir tepe üze
rinde.
 Eski sokaklar, evler, taş ve yeşil.Eskide kaybolmak için harika bir yer. Köyün eski kahvehanesi üzerinde 1903 tarihli bir güneş saati var. Adanın en güzel manzaraya sahip köylerinden. Karşıda  Semadirek Adası, kale kalıntılarıyla yine bir tepede Kaleköy, aşağıda balıkçı tekneleri, feneriyle Kaleköy Limanı, dağlar ve önlerinde ekili araziler.Yeşil ve deniz, bol oksijen.
         Zeytinliköy  merkeze 3 km mesafede. Rum mimarisi taş evleri, birbirinden şirin cafeleri, her taraftan fışkıran rengarenk çiçeklerle bir bahçedesiniz. Adanın en eski kilisesi Agios Georgios Kilisesi de burada.Dünya'daki 300 milyon Ortodoks Hristiyan'ın ruhani lideri olan 1. Bartholomeos, Zeytinliköy'de doğmuş. 1991 yılında Patrik ilan edilen Bartholomeos, halen senede birkaç kez adada doğduğu evi ziyarete geliyor.  Rum ortaokulu, önde ise Bartholomeos'un öğrenciliğinin temsili heykelini bu köyde.2014'te Rum ortaokulunun yeniden açılmasıyla birlikte mübadelede göç eden Rum vatandaşlar tekrar geri gelmeye başlamışŞu anda 26 öğrencinin okuduğu okulda 15 öğretmen bulunuyor.Ve adada 500'e yakın Rum vatandaş yaşıyor. Köyde dibek kahvesi, sakızlı muhallebi ve dondurma sunan kafeler bulunuyor. Bunların hepsi köyün ufak meydanında toplanmış bir kısmına da sokakları dolaşırken rastlayacaksınız.Bu köyde mutlaka sakızlı muhallebi yemenizi öneriyorum.  Özellikle Barba Hristo’yu tavsiye ediyorum. 
Gökçeada'da kendi üretimleri keçi sütlerinin yanı sıra diğer üreticilerden de keçi sütü alarak keçi peyniri ve dondurma üreten Alomiya Cafe de adaya değer katanlar arasında. Keçi ürünlerinden eski ve yeni keçi peynirini bal-zeytinyağı ile birlikte tadımlayabilirsiniz. Dondurmalarının ismi de Alomiya, Kaleköyde de küçük bir dondurma dolabında satıyorlar, bulabilirsiniz, damla sakızlısı harikaydı.
Köy meydanında ağaç altındaki bir molada, şirin bir kahveden çay içmek isteyince İspilioti Ailesinden bir beyle tanıştık.Kendi üretimleri olan bademli kurabiyeleri ve börek tipindeki tatlılarından tattırdı bize. "İspilioti kurabiyeleri geleneğin, zevkin ve mutluluğun mutlak tatlısıdır ve benzersizdir;çünkü içinde ortak tarihin hatırası olan eşsiz bir at vardır" diyerek.
        Dereköy, Cumhuriyet döneminde 2000 hane ile Türkiye'nin en büyük ve en kalabalık köyüymüş. Günümüzde ise yaz-kış köyde 150'ye yakın hane yaşamını sürdürmekte. Adanın en büyük çamaşırhanesi hala burada ve ziyaret edilebilir.
Kirli çamaşırların elde yıkandığı dönemlerde Anadolu'da neredeyse hamamlar kadar ünlü olan bu çamaşırhaneler varmış .Çamaşırların yıkandığı bu mekanlar, aynı zamanda sosyalleşme ortamlarından biriymiş. Ocaklara herkes kendi odununu getirir, ateşler yakılır ve kazanlar kaynatılırmış. Suyun içine kül ve çamaşır sodası karıştırırak çamaşırlarını yıkarlarmış. Çamaşırhanelerde sıra olmaz, kim önce giderse o kullanırmış. Açık halde ziyaretinizi bekliyor.
Dereköy'de ibadete açık iki kilise var. Köyün girişindeki Hagia Marina Kilisesi ve çarşıdaki KoimesisTisTheotokos Kilisesi. İkisi de 1800'lü yılların başında inşa edilmiş. 

         Genel olarak dağ eteklerine konuşlanmış olan Rum köylerinden en yükseğe konunumlanan ise isminden de anlaşıldığı gibi Tepeköy. 1960'lı yıllarda 1200 olan nüfusu şimdilerde 50 civarında. Köy, uzun yıllar yaşadığı İstanbul'dan köyüne geri dönüş yapan Barba Yorgo'nun girişimleriyle canlanmaya başlamış. Kendisi önce köy meydanında ufak bir Rum tavernasını işletmeye başlamış, ürettiği ev şarapları Gökçeada'yla birlikte anılmaya başlamış. Sonrasında köy girişinde daha büyük bir restoran açmış. Barba Yorgo'nun çabalarıyla canlanan köyde son yıllarda köylerine geri dönen Rumlar çoğalmış.Meydanda yine bir köy kahvesi.Tepeköy her sene 15 Ağustos'ta gerçekleşen ünlü Meryem Ana Panayırı'na da ev sahiliği yapıyor. Son iki senedir 10 günlük süreye yayılan kutlamalarda köy ziyaretçilerle dolup taşıyor. Meydanlarda kurulan koca kazanlarda yemekler pişiriliyor, danslar ediliyor.
1832 yılında inşa edilen EvangelismosTeotoku Kilisesi ve eski Rum Mezarlığını da mutlaka gezin derim.

          Kuzu Limanının hemen solunda yer alan Kaşkaval Burnu, peynir kayalıkları diye çağrılan ilginç heykelsi kaya oluşumlarına sahip. Üstüste dizilmiş peynir kalıplarını andırdığı için bu isim verilmiş halk arasında.Kaşkaval  özel bir koyun peyniri ve denizcilik terimi.
Burayı ancak denizden tekne ile görme şansınız var. İmkanınız olmazsaYıldız Koyunda da benzer oluşumları görebileceksiniz.Haydi duyduğumu anlatayım:"Efsane, sayısız keçi ve koyuna sahip olan zengin, inatçı, cimri ve yaşlı bir kadınla ilgilidir. Yaşlı kadın, cennete gidebilmek amacıyla bir çok yuvarlar kalıp peynir yapmış ve bunları üst üste sıralamış. Ama kimseyle paylaşmamış. Tanrı, ona kızmış ve cezalandırmış. Mart ayının birinde, yağmur, kar ve şiddetli rüzgarlar göndermiş yaşlı kadının üzerine. Kadın ve peynirler donmuşlar. Peynir kalıpları taşa dönüşmüş. Daha sonra insanlar bu kayalara, peynir kayaları demişler." derler.
           Gökçeada'nın Türkiye'nin en batısı olduğunu biliyor muydunuz? İnce Burun ise Gökçeada'nın en batısı.

         Yeniden geldim, gezdim, gördüm, yaşadım.



20-23.06.2019


19 Haziran 2019

ŞEREFİYE SARNICI, 23 Nisan 2019



               İstanbul'un  bilinen, okunan ve yaşanan yüzleri.
Her türlü sevdim İstanbul'u; kalabalığa, trafiğe aldırmadan.

Sevenlerine layık olmak için, İstanbul her daim yeniden ortaya çıkarıyor, bilinmeyen yönlerini.
               Sultan Ahmet'in kımıl kımıl kalabalığının ve görselliğinin büyüsünü yeniden hissetmek istiyorum dediğimde arkadaşlar, Şerefiye Sarnıcı'nı keşfetmelisiniz dediler, çok yeni, çok güzel diye de eklediler.Bu güzel öneriyle yollara düştük:

Hemen Sultan Ahmedin önünden hem de  yürüyerek eriştik sarnıca.
Söylenenler az bile, çok güzel, görmelisiniz; biraz anlatayım:

                 Şerefiye Sarnıcı, 428 ve 443 tarihleri arasında İmparator II. Theodosius tarafından, Bozdoğan Kemeri (Valens Su Kemeri) aracılığıyla su depolamasını sağlamak amacıyla inşa edilmiş.Belgrad Ormanı ve civarındaki su kaynaklarından, Bozdoğan Kemeri kanalı üzerinden “Nymphaeum”, “Zeuksippos Banyoları” ve “Büyük Saray”a su sağlıyormuş. Sarnıç, 4. yüzyılda yapılan Binbirdirek Sarnıcı ve  6. yüzyılda yaptırılan Yerebatan Sarnıcı ile birlikte, İstanbul’un su ihtiyacını yüzyıllar boyu sağlayan su deposu görevini üstlenen eserlerden olmuş.İstanbul’un Çemberlitaş semti, Binbirdirek Mahallesi Piyerloti Caddesi üzerinde bulunan sarnıcın üzerine 1910’larda Arif Paşa Konağı, 1950’li yıllarda ise Eminönü Belediye Binası yapılmış.Ve yıllarca gün yüzüne çıkmayı beklemiş, diğer sarnıçlara öykünerek.Dile kolay,  1600 yaşında.
                Sütun sayısı ve yüz ölçümü, Yerebatan ve Binbirdirek sarnıçlarından daha
az ve küçük.9 metre yüksekliğinde, 32 adet mermer kolon tarafından desteklenen çatısıyla Şerefiye Sarnıcı, Constantinus ve Theodosius olarak da biliniyor.Bu mermer sütunlar korint başlıklarıyla gösterişli. 
Yerebatan Sarnıcı gibi bu sarnıcın da Binbirdirek Sarnıcı’na bağlandığı bilinse de bununla ilgili bir çalışma yok.Sarnıç etrafının çevre düzenlemesi de güzel yapılmış.

Restorasyonda Yerebatan Sarnıcı gibi müze olarak tasarlanmış, bu işlevine uygun olarak üst giriş setinde tamamen şeffaf bir giriş binası tasarlanmış. Bu tasarım ile 19. yüzyıl duvarının, yapılan giriş binasından koparılarak eserin müstakil olarak algılanmasını sağlanmış. Şeffaf olan  giriş ile Piyer Loti Caddesi’ndeki ön cepheden ziyarete açık.Bu giriş şık, görülür hale getirmiş ve gizemini arttırmış.Girişten ilerleyince, asansörü görüyorsunuz, ama sağ tarafınıza bakınca merdiven ve  harika bir ışık seli içinde taşın, gölgenin, suyun hareketi sizi aşağıya çağırıyor.Sergi ve konserlerde de kullanılan sarnıç, 9.00 ile 18.30 saatleri arasında ziyarete açık.
İstanbul, 23.04.2019


13 Haziran 2019

TAYLAND...04-11.02.2018


Surprızlere ve gezmelere bayılırım.Hele ikisi bir arada olursa:        
                 Eşimin bir sürpriziyle daha havalara uçtum. Balayında Tayland’a gidiyormuşuz.Banghok ve Phuket, bir rüya olacak bu…
Tayland deyiverince saniyelerle aklımdan geçenlere bakın : Filmlere mekan olmuş müthiş tropikal adaları, plajları, 400’den fazla budist tapınağı, Buddha, yüzen çarşıları ve kanallarıyla egzotikliği, mistikliği beni çok ama çok heyecanlandırdı.
Günler kanatlanarak geçti ve o coşkuyla İzmir’den İstanbul’a nasıl uçtuğumuzu bile anımsamıyorum.Uçuşumuz Dubai’den aktarmalı.
Beklerken bir sürpriz de kardeşimiz Serkan’dan geldi, lounge daveti:Harika bir salonda, bize özel koltuklu bir köşede açık büfe yiyecek ve içeceklerle güzel bir başlangıç yaptık, böylece uçak saatimiz geldi. Ve Emırates Havayollarının şapkalarının bir tarafından eşarp sarkan hosteslerinin (nerdeyse birinin şapkasını istiyecektim) karşılaması ile 6 saatlik Dubai uçuşumuz başladı.Sonrasında aktarma ve 8 saat sonra Bankok…

              Bizleri uzun saçlarıyla genç bir rehber karşılıyor.Eşi taylı olup, burada yaşıyorlarmış. Şehir turuna başlıyoruz: İlk gözlerime dolan sıcak, gürültülü ve kokan karmaşık bir şehir görüntüsüyle Bangkok bekle diye fısıldadı, bundan çok daha güzel ve fazlası var. Beklemedeyim; renklerin, kokuların, tatların ve budizmin içerisinde egzotik bir yolculuk olacak Bangkok…
            Adı bile güzel: Tayca’da şehrin adı kısaca Krung Thep, yani Melekler Şehri. Bu arada, şehrin Thai dilindeki adı, dünyanın en uzun şehir ismi olma özelliğiyle Guiness Rekorlar Kitabı’na girmeye hak kazanmış. Yazmıyorum. Ülkenin resmi bayrağı renkli beş yatay şerit.Kırmızı, Thai Halkını, beyaz Budizmi ve mavi renk de Thai Krallığını temsil ediyor. Türkiye -Tayland saat farkı, 4 saat. Tayland’ın para birimi Thai Bahtı. Ve Tayland Türk vatandaşlarından vize istemiyor.
             İlk gözüme dolanlardan hoşnut, eşimin yanında kendimi an’a bırakıyorum. Gezdikçe görüyorum ki; gökdelenler, buna tezat olan küflü apartmanlar; lüks restoranlar, her yerde sokak tezgahları, lüks arabalarıyla, motosikletten bozma tuktuklarıyla, 5 yıldızlı otellerin, ucuz hostellerle bir arada olduğu bu şehirde, Thai insanının yüzündeki gülümseme ile değişik bir memnuniyet ve huzur duyuyorsunuz...
           Görülecek tarihi yerler Rattanakosin Bölgesi’nde toplanmış.Tüm tapınaklar Wat kelimesi ile başlıyor; çünkü, Wat Budist tapınağı anlamına geliyor. Tayland’ın %92’si Budist olduğundan muhteşem Budist tapınaklara sahip. Uykulu gözlerle kalabalık, renkli, kokulu kalabalık bir şehri yaşamaya başladım.Rüyada gibiydim.
Bangkok’un eski şehir olarak adlandırılan Rattanakosin bölümünde yer alan, Wat Phra Kaew tapınağının olduğu ihtişamlı mimarisiyle Grand Palace ile Wat Pho, Wat Arun ve Wat Traimit tapınakları Bangkokta gezilecek yerler arasında ilklerden.
           Phra Kaew Tapınağı yani, en kutsal Budist tapınağı Büyük Saray bölgelerinde yer almaktadır. Wat Phra Kaew Tapınağının 3 kapısı bulunuyor. Merkez kapıdan sadece Kral ve Kraliçe geçebiliyor.Bundandır, Ön tarafta yer alan 2 kapının birinden girip, ziyaret tamamlandıktan sonra diğerinden çıktık. Gezebildiğimiz salonun tavan yüksekliği oldukça yüksek bu tapınağının içerisinin çok da
görkemli olduğu söylenemez. Tay sanatının incelikleriyle bezenmiş ve mükemmel bir mimariyle inşa edilmiş tapınağın özellikle dış duvar süslemeleri benim ilgimi daha çok çekti. Bizim göremediğimiz ama bu tapınağı önemli kılan şey, tek parça yeşil zümrüt blok üzerinde oyulmuş 66 cm yüksekliğindeki Buda heykeline ev sahipliği yapması .Bu tapınaktaki Zümrüt Buddha heykeli, meditasyon pozunda. Heykel, mevsimsel olarak değişebilen altın bir pelerinle kaplı ; kış ve yaz aylarında cübbesi değişiyormuş. Bu önemli ritüel kral tarafından yapılıyormuş. Diğer tapınaklardan farklı olarak Wat Phra Kaew, rahiplerin evi değil, kraliyet ailesi için özel bir tapınak olarak kullanıyor ; ibadet ve törenler de burada gerçekleşiyor.Ve heykele kral dışında kimsenin yaklaşmasına izin verilmiyor. Tapınaklar dini yerler olduğu için görevliler kıyafet konusunda hassaslar. Üzerinizde bacak ve kolları çok açıkta bırakmayan kıyafetler olmalı.
            Wat Traimit, ya da halk arasındaki adıyla Altın Buddha Tapınağı, Bangkok’un en ilgi çeken tapınaklarından biri. Çin mahallesinde bulunan bu tapınağın içinde 3 metre yüksekliğinde ve tam 5 ton ağırlığında som altından oturan bir Buddha heykeli var. Gizemli bir öyküye sahip:1935 yılında Çin mahallesindeki tapınağın taşınması sırasında bu tapınaktaki büyük toprak Buddha heykeli bugünkü Wat Traimit tapınağına nakledilir. Heykel 20 yıl bir depoda kaldıktan sonra 1955 yılında başka bir yere nakledilirken düşer ve kırılır. Kırılma sonucu toprak heykelin içinden bugünkü ünlü 18 ayar som altından olan heykel çıkar. Tapınağın 4. Katında sergilenen bu dünyanın en büyük Altın Buddha heykelinin sırf altın kütlesinin 250 milyon dolar değerinde olduğu biliniyor. Salon görkemli değil, sadece çok yüksek tavanlı, ama güzelliği için sadece altın buda ya bakmak yeterli.

          Wat Pho Tapınağı ve Yatan Buda Heykeli (Reclining Buda):Bu tapınağının başkent Bangkok’un en eski Budist tapınağı olduğu kabul ediliyor. Tapınak 16. yüzyılda inşa edildikten sonra 1781 yılında Bangkok’un başkent olmasından sonra büyük bir restorasyon geçirmiş.Tapınak inşa edilmeden önce burasının bir sağlık ve meditasyon merkeziymiş. İyileştirme amaçlı Thai Masajı da gene burada doğmuş. Ve bir çok kaynak burasının Tayland’ın ilk üniversitesi olduğunu kabul ediyor. Alltın varak kaplamalı Yatan Buda heykeli, 15 metre yükseklik ve 46 metre uzunluğuyla dev bir heykel. . Sağ kolu üzerine uzanmış, iki kutu şeklinde yastığa dayanmış durumda ve Buddha nın nirvana ya ulaşmasını simgeliyor.Çok görkemli ve beni en etkileyen buddhalardan oldu. Heykel, çok dar bir alan içerisine ve çok sayıda sütunun arasına yerleştirilmiş. Öyle ki tamamını tek bir açıdan görmek kolay değil. Yine de bu sıra dışı heykelden gözlerinizi alamıyorsunuz ve tümünü görebileceğiniz bir açı arıyorsunuz. Buda heykelinin sadece ayakları, 3 metre yükseklik ve 5 metre uzunluğunda yapılmış . Ayaklarının altında sedef kakma ile yapılmış inanca göre uğur getirdiğine inanılan sayı olan,108 uğurlu sembol bulunuyor.İzlemekte ve fotoğraf çekmekte yarışıyoruz.Bu büyüklüğü hissetmek çok etkileyici.Anıtın üzerinde Tayland’ı temsil eden 7 katmanlı şemsiye bulunuyor. Buda heykelini çevreleyen duvarlarda Buda’nın hayatından hikayeler anlatan duvar resimleri var. Heykelin arkasındaki bölümde ise yine 108 adet bronz kase yer alıyor. Bu metal çanaklara şans getirsin diye atılan bozuk paraların “çın çın” sesleri eşliğinde içeride mistik bir havada dolaşıyorsunuz. atılan paralar kilise görevlileri ve rahiplerinin maaşını karşılıyormuş. Gelelim 108 in uğruna: 108 sayısı Budizm için oldukça önemli.Sıralıyorum: Hinduizm ve Budizm’de kullanılan Mala, yani tespih 108 boncuktan oluşmakta, Budizm’de insanın Nirvana’ya ulaşmak için yenmesi gereken 108 temsil ediyor, Hinduizm’de en önemli tanrı Shiva’nın 108 değişik ismi var, Tanrı Shiva 108 dans adımı atıyor, Hindu Burçları 12 tane ve 9 gezegene endekslenmiş, bu iki sayının çarpımı da 108 yapıyor, Sanskritçe’de 54 tane harf var ve bu harflerin dişi ve erkek olarak 2 şer kullanımı var ve insan bedeninde 108 enerji noktası, chakra, yer alıyor. Wat Pho Tapınağı’nın en ilgi çeken bölümü dev dinlenen Buda heykeli olsa da, geniş bir alan üzerine kurulu bu tapınağın her bir köşesi ayrı güzel. Özellikle de göz alıcı taşlarla bezenmiş Stupa’lardaki renk festivali karşısında büyülendim. Stupa, Budist anıtı demek: Basamaklı, basamaklar daralarak piramit şeklinde yükseliyor, kubbe şeklini alan bir uç ile sivri bitiyor. Sayıları 90’ın üzerinde olan Stupa’lardan 4’ü, 4 Tayland kralının anısına inşa edilmiş ve diğerlerinden çok daha uzun.Renkleri, bezemeleri, kabartmalarıyla bir şölendeyiz.Ben bu bahçede kaybolmak istiyorum derken sıra sıra dizilmiş altın gibi parlayan genç buda heykellerinin arasında bulduk kendimizi. Ellerimi birleştirip hafifçe eğilerek, Nameste, diyorum eşime: “İçimdeki Öz, içindeki Öz’ü selamlar, Ruhum, Ruhunu onurlandırır, İçsel Işığım, Işığını selamlıyor, içinde tüm evrenin hayat sürdüğü o kutsal yeri onurlandırıyorum.” Yani Nameste…
           Çin Mahallesi, Çiçek Pazarı, Demokrasi Anıtı ve Caddesi, Bakanlıklar Caddesi, Parlamento Binası ve Tayland’ın şu andaki kralının Bangkok’taki Malikanesini gördükten sonra otelimize dönüyoruz.Bir sürpriz bizi bekliyor.Valizimiz gelmemiş.Kısa bir araştırmayla Dubai deki aktarmamızda uçağımıza alınmamış olduğunu öğreniyoruz.Sabaha geleceğini söylediler, üzerimizdekilerle kaldık ve odamıza biraz kızgın çıktık.Bize özel hazırlanmış odamızı görünce, kızgınlığımız geçiyor.Kuğu şeklinde katlanmış havlular ve meyve sepetimizle kocaman suit bir odamız var.
           Haydi geceye akalım:Bangkok’ta pazar sayısı o kadar çok ki, aslında tüm şehir kocaman bir pazar yeri denilebilir. Bazen belirlenen alanlarda, bazen de herhangi bir semtteki kaldırımlarda sürekli olarak yeni gece pazarları kuruluyormuş.Bu pazarlarda başta Taylandlıların favorileri olan gıda ve tekstil ürünleri olmak üzere akla gelebilecek herşeyi son derece uygun fiyatlarla bulmak mümkün. Ünlü go-go bar sokağı Patpong’da ünlü markalarının sahteleri satılan bir pazar , ayrıca Patpong’un bağlı bulunduğu ana caddenin kaldırımları da akşamları turistik ürünlerin satıldığı bir pazara dönüşüyormuş.Görmeli dedik ve otelden çağırdığımız bir taksi ile bu pazara gittik.Bangkok ta taksi ucuz;mutlaka taksımetresini açsın, açmazsa sıkı bir pazarlık gerekiyor.Pazar çok renkli.Satıcılar ve sergılerle tam bir pazar yeri.Gezen turistlerle oldukça kalabalık.
Caddede rastladığımız barlar da çok kalabalık. Bunlar, Banghok deyince söz edilen Tay kadınlarının sahnede bikinileriyle dans ettikleri özel barlar. Bangkok’un renkli gay-lezbiyen gece hayatı ve go-go barlarının gay versiyonları da var. Bu ortamı gözlemlemek yada yaşamak isteyen turistler yüzünden kalabalık.Barlar, afişlerle, menülerle yada kızlarla sokaklarda müşteri toplamaya çalışıyorlar. Banghoku böyle kendi olanaklarımızla, araştırarak gece ve gündüz serbest saatlerimizde de gezebilmek güzel.
           Sıra, Chao Praya Nehri’nde tekne gezisinde… En güzel anlardan bir tanesi de Yüzen Pazar (Floating market) oldu. Adıyla, Damnoen Saduak Yüzen Pazarı , burası başkent Bangkok’tan 100 km uzaklıkta yer alıyor. Yani şehirde gezerken Yüzen Pazar’a bir göz atıp, tur atarım gibi bir plan yapma şansınız yok. Ve bu pazar yalnızca saban erken saatlerden öğle saatine kadar kuruluyor.Yola çıkıyoruz: 1 saat yolculuk sonrasında yol üzerinde “Orkide bahçesi” nde durduk. Tesiste orkideler yetiştiriliyor, sergileniyor ve satılıyor.Çok değişik renkleri var.Sonrasında, ilk durak bir Hindistan cevizi çiftliği. Burası dünyaca ünlü Siam İkizleri`nin doğduğu Samut Songkram Kasabası`nda .Burada Hindistan cevizinin tropik ülkeler için ne derece önemli ve kullanılabilir olduğunu görüyoruz. Çıkarılan yağ her yemekte kullanılıyor, içi yeniyor, kabuğundan da her çeşit küçük el eşyası yapımında faydalanılıyor. Yola devam ettikten yaklaşık 15-20 dakika sonra mini iskele tarzı bir yere varıyorsunuz.Tik ağacından yapılan objeler arasından geçerek, iskeleye gidecektik ki; eşimin fotoğrafını ısrarla çekmek isterken, fotoğraf makinemizi elimden düşürdüm.Objektifi dışarıda hareketsiz kalıverdi, makinesiz kaldık.Üzüntümü eşimin teselli eden sözleri ve cep telefonlarımızın kameralarının oluşu hafifletti.  Burada rehber ince, uzun, süratli klasik renkli Tayland botları ile anlaşıyor ve sıraya giriyorsunuz. Bu botlar yaklaşık 20 dakika süren bir yolculukla bizi Damnoen Saduak Yüzen Pazarı‘na ulaştırıyor. Yüzen pazara giderken yaşayacağınız bu deneyim, harika bir duygu.Yolda beton bir duvarın uzantısında kocaman bir sürüngen güneşleniyor, biz fotoğraf çekerken de öylece kaldı. Kulübeler, karşılaştığımız Tayland botları, kenardan poz verdiğimiz fotoğraf çekenler ve işte geldik.Gelir gelmez ayağımızın tozuyla biz bottayken, kenardan çektikleri fotoğraflarımız bir çerçeveyle süslenmiş bizlere satmaya sunuldu.Değişik, habersiz bir sürprizdi bu da.
Market girişinde “Meeting Point” tabelası olan bir buluşma yeri var. Rehber 1 saat 15 dakika sonra burada buluşmamızı istedi.Hemen hindistan cevizi suyu içerek serinlemek istedik; hazırlamışlar 2 pipet koydular ve bize sundular.Hafif şekerli bir tat.
             Burada pazar iki kısımdan oluşuyor. Biri kanallar etrafında yer alan sabit ufak dükkanlar diğeri ise kayıklarla gezilen ve su çevresinde yer alan minik iskeleler üzerinde dükkanlar. Ben hareketli kısma bayıldım.Tabi kayıklarda satış yapan yerlileri unutmamak lazım.Çok renkli bir dünya.Koccaman üçgen şapkalarıyla yoksul giysili satıcılar, bazıları çok yaşlı, işaret ettiğiniz her neyse el çabukluğuyla uzatıyor.Size doğru yanaştırıyor kayığını.İstediğiniz yiyecekse, meyveyse; hazırlanış ritüeline bakmak, acaba tadı nasıl diye düşünmek super.Renkli pirinçlerin yanında nefis meyveler.Ben, kanala doğru ayaklarımı sallar ve bakınırken, eşim sayesinde tropıkal meyvelerle doyuyorum. Rambutan, longen, mangostıl, pinger banana, oamelo ve hindistan cevizi suyu...Her şey çok renkli bu pazarda; meyveler, hediyelikler ve insanlar.Bazı noktalarda kanallar kayıklar yüzünden tıkanıyor, çok eğlenceli ve renkli bir hal alıyor.Buradan çıkmak istemedim, her bakış ayrı bir seyirlik, her bakışta ayrı bir dünya.
Yüzen pazarlar geçmişten günümüze Tayland kültüründe önemli yere sahip. Taze sebze ve meyve, yiyecek ve çeşitli eşyaların satıldığı pazarların normal sokak pazarlarından farklı olmasının en önemli sebebi pazarların kanallar arasında kuruluyor olması. Yani satış yapan yerli halk da, alışveriş yapan ziyaretçiler de kayıklar eşliğinde kanallar arasında kurulu olan pazarlarda geziyor.Bizce hayatınızda görebileceğiniz en orijinal yerlerden biri. Bangkok’ta evlerin sokak kısmında, yol kenarlarında, otobanda bir köşede, nehir kenarında yani herhangi bir yerde, küçük tapınak modelleri gördüm. Bunlar kötü ruh kovucu gibi bir anlama geliyor. Kötü ruhun orada toplanacağına inanılıyor. Yol kenarında eğer bir kaza olmuşsa oraya hemen bu evlerden inşa ediliyor. Budizm inanışına göre kötü ruhları kovmak için yapılırmış, sevimli maketler bunlar.

             Bangkok’ta yaptığımız en güzel şeylerden biri de Chao Phraya’da kanal turuna çıkmaktı.Banghok’u değişik açıdan görmekti. Chao Phraya Nehri, suyu kirli bir nehir. Yalnızca büyük kanal Chao Phraya’da gezen hali hazırdaki turist botların aksine ‘long tail boat’ denilen esk hiri, ahşap Tayland kayıklarından kiralarsanız çok güzel.Yaklaşık 2 saat süren gezimize yine doyamadım. İlerlerken, nehrin kıyısına inşa edilmiş ama nehrin içine çakılı kazıkların üzerine doğru genişleyen evleri seyredebiliyorsunuz. Ayrıca nehrin iki yakasına sıralanmış birçok tapınağı da görme şansınız oluyor. Kayıkla büyük kanal Chao Phraya’da giderken sanki günlerdir alıştığımız Bangkok’taki hayattan da ayrılmışız, sessiz, sakin, gerçek bir dünyaya girmişiz gibi hissettim. Birbirlerine bağlanan irili ufaklı kanallar etrafındaki evler gerçekti, evlerinde gördüğümüz insanlar gerçekti, her şey çok basit, hatta ilkel gibi görünen ama bir o kadar gerçek ve çok güzeldi. Kanal kenarında, nehir onları yutacakcasına konumlanmış ahşap balkonlu evler, bazılarına eski, yıkık kulubeler, barakalar demeliyim: Balkonlarda asılı kıyafetler, çiçekler,leğende çocuklarını yıkayan anneler, öylece durup bize bakanlar, bir parça güneş bulup güneşlenenler,oyun oynayan çocuklar, balık tutan adamlar, sofralarını kurmuş yemek yiyen aileler, hepsi günlük bir hayatın gerçek parçalarıydı. Sessiz sedasız, bu ahengi bozmadan, olan bitenin bir parçası olarak yanlarından geçip gittik.Biz evlerindeki insanları rahatsız ederiz endişesini taşırken bizim geçtiğimizi gören pek çok kişi gülümseyerek bize el salladı.  
            Wat Arun, yani Şafak Tapınağı, onu da kanal gezimiz sırasında görüyoruz. Bangkok’un en haşmetli Wat ‘larından, yani tapınaklarından biri diye düşünüyorum. 82 metrelik fayans ve mozaik kaplı stupasıyla yakından rengârenk uzaktan özellikle gün batımında ve havanın karardığı saatlerde ışıklandırmasıyla altın sarısı gözüküyor. Siyam İmparatorluğunun   başkenti yakılıp yıkılınca, kral yeni bir başkent kurma kararı alır. Tapınağın bugün bulunduğu yere bir şafak vakti ulaştığında bu noktaya bir tapınak yapılmasını ve buranın başkent olmasını emreder ve bu tapınak kat kat yükselir. Binanın cephesini süsleyen fayans ve mozaikler aslında Çin’den ticaret için gelen gemilerin ambarlarına sırf ağırlık yapsın diye yüklenen kırık porselen parçalarıymış. Gelelim yine sayılara, Bir tane merkezde 4 tane etrafta stupa olması gene Budizm’le ilgiliymiş. 5 sayısı dünyayı ve insanı temsil ediyor: 5 tür insan varmış, 5 parmağımız, 5 duyumuz var, 4 element görünmeyen bir bağ ile bağlıdır. 5 sayısının yerini ayrıca diğer dinlerde de görüyoruz: 5 vakit namaz , islamiyetin şartı 5’tir gibi.                     Tapınak önlerinde balık avlamak yasakmış ve nehir kedi balıkları ile dolu ve oldukça büyükler. Rehberimiz getirdiği ekmekleri atmaya başlayınca dev irisi balıkların neredeyse tekneye bile atlayabileceğinden endişe etmeye başlıyoruz. Balıklar öyle coşkulu atlıyorlar ki attığım ekmeklere, bir çığlıkla ellerimi saklıyorum.Arada nehrin suları sıçrayarak uyandırsa da; bu büyük şehirde huzurlu ve mutlu hissettiğimiz gerçek hayatlara şahitlik ettiğimiz eşsiz, rüya gibi anlardı.
Biraz da yiyeceklerden söz edelim; sabahları, farklı kahvaltı alternatifleri yok, bunun yerine yemekler, pirinç, çorbalar, meyveler ve sabah sabah insanın başını döndüren baharat kokuları… Fazla midemizi yormadan basit seçeneklerle kahvaltımızı afiyetle yiyip yola çıktık. Ah bu tatlımsı, ağır baharat kokusu olmasa.
         Bir rüyadayız, şimdi sırada Phuket var:
          Dünya çapında bir balayı noktası Phuket. İsteyene huzurlu ve sessiz; isteyene canlı, bol aktiviteli. Herkes için hoş vakit geçirmek garanti…
          Tayland’ın birçok adası var, hepsi tropikal kuşakta ama farklı özelliklere sahip. “Koh” kelimesi Tayca’da “ada” demek. Ada isimlerinin hep “koh” veya “ko” ile başladığını görürseniz şaşırmayın. Phuket ise en kalabalık ve turistik olanı. Ada olsa da anakaraya bir köprü ile bağlı.

         Hava sıcaktı ama dayanılmaz da değildi. En azından denize girip serinliyorsunuz. Gökyüzü bazen puslu olabiliyor.Hatta yağmur çisleledi.Yağmurda deniz buna, bayılırım.
 Phuket Town adanın idari merkezi. Phuket’in eski şehir bölgesi olan Phuket Old Town, Portekiz mimarisinin esintilerini göreceğiniz oldukça renkli bir yer. En renkli evlerin olduğu sokak ise Soi Romanee. Phuket’in en yüksek noktalarından birine inşa edilmiş olan dev buda heykeli Big Buddha da Phuket’te pek çok noktadan bembeyaz görünüyor.
Bazı sokaklar pazar yeri gibiydi, sıra sıra tezgahlarda tekstil ürünleri satılıyordu. Sokaklardaki meyveciler, pancakeciler, dondurmacılar da cazip. Sizin gözünüzün önünde yaptıkları dondurmayı yapılırken izlemesi ilginç…
           Patong adanın en canlı noktası. Adanın neresinde kalıyor olursanız olun Patong ‘a gideceksiniz.Bizim Patong’ta kaldığımız otele çok yakındı, yürüyüşle ulaştık.  Patong’da Bang La Road isimli cadde gece adanın eğlence merkezi . Sokakta değişik değişik tipler var. Bang La Road’dan ilk geçişte şaşkın, ikinci geçişimde alışmış, üçüncü geçişinizdede rahat bakınır oluyorsunuz. Yol boyunca sıralanmış barlarda masalarda kadınlar veya ladyboylar dansediyor, bikinili, kısacık etekli, sizi mekanlara çekmeye çalışıyor.Önceleri gözucuyla bakılıyor hep.Değişik kıyafetler ve makyajlarla ilginç kadınlar, erkekler, kadın mı erkek mi diye baktıklarınızla çok kalabalık, çok ışıklı, çok müzikli.Sokağın sonunda ve ara sokaklarda, yiyecek hazırlayan seyyar tezgahlar.Böcek ve kurbağalari sadece tek tezgahta gördüm.Caddenin deniz tarafında kocaman Patong yazan harfli bir fotoğraflık var .
         Tayland’ta gece pazarları çok yaygın. Hem biraz gözlem yapmak hem de alışveriş için yerel halkın da yoğun olarak gittiği bu pazarlardan birine mutlaka gitmelisiniz.Akşam otelden bir taxı ile ulaştığımız gece pazarı ve çevresindeki mekanlar çok eğlenceliydi.
          Adanın Patong hariç noktalarını günlük 200 bahta motosiklet kiralayarak veya tuktuklar ile anlaşarak gezebilirsiniz. Gidebileceğiniz yerler: Kata Beach, Wat Chalong Tapınağı, Big Budha Heykeli, Phuket Town, Phuket Orkide Çiftliği…Phuket oldukça büyük bir ada olduğu için çok fazla plajı var.  Bunlardan en meşhuru merkezde olduğu için Patong Beach ama en güzeli değil.  3-4 km uzaklıktaki Paradise Beach veKata Noi Beach  harika. Karon Beach çok keyifli. Güzel bir planlamayla bu plajların birbirine yakın olanlarını aynı gün içerisinde görebilirsiniz. Mesela Patong’ta konaklıyorsanız, sabah Patong plajına bir uğrayıp oradan Paradise’a geçebilir, öğleden sonra ise Karon ve Kata Noi plajlarına gidebilirsiniz. Çoğu plajda tesis yok ama seyyar barlar ve yiyecek satanlar var. Seyyar barlarda envaiçeşit içki bulunuyor, her türlü kokteyli yapıyorlar.Şezlong ve şemsiye kiralayacağınız yerler de var.
       Sahildeki deniz ürünleri restoranları veya cafe barları öneriyorum.Öyle güzel soslu balıklar hazırlıyorlar ki.Sadece tatlı sosunuzdan kullanmayın diyoruz.Bira eşliğinde, deniz ve lezzetler afiyet olsun.
        Tekne turları Phuket’in olmazsa olmazı. Otelinizin lobisinde veya Patong’da yürürken karşınıza acente gibi çalışan standlar çıkacak. Buralardan bir tur beğenebileceğiniz gibi önceden internette yaptığınız araştırmalar sonucu mailleşerek ayarlayabileceğiniz turlar var.Biz turmuzun paketinden yararlandık.
         Phuket’ten iki destinayona yapılan turlar popüler: Maya Bay (Phi Phi adaları) ve Phang Nga Bay (James Bond adasını görebileceğiniz tur). Turlar genelde sürat motorları ile gerçekleşiyor. Sürat motorlarının avantajı aslında uzak olan noktalara sizi hızla götürmesi ve birçok koy görme imkanı tanıması. Dezavantajı ise epey sarsıntılı, rüzgarlı, teknemizce dalgalı  bir yolculuk .İlk adamıza büyük tekneyle geçiyoruz.Hareket etmeden can simitlerini takıyor, açılınca çıkarıyoruz.Teknenin ortasına bir açık büfe hazırlanmış; meyveler ve içeceklerden oluşan.Hepsi ücretsiz ve gezi boyunca itmedi, durmadan yenilendi.
          Büyük tekne ile çıktığımız bu turun duraklarında kanolara geçiyoruz.Turda 2 kişiye bir kano ve bir kano şoförü düşüyor. Binerken şoförümüzle tanışıyoruz, sürekli gülüyor.Kara teninde parlayan beyaz dişleriyle.
 
Kayalık şeklinde görünen adacıkların iç kısmına kano ile küçük mağaralardan geçerek giriyoruz. Mağaralar bazen daracık, eğilerek geçiyoruz. Kano şoförümüz (aynı zamanda rehberimiz) çok usta, hiç sarsılmadan, bir yere çarpmadan geçiyoruz mağaralardan.Bir sürü ışık oyunu, turkuaz ve yeşil yansıması, doğal güzellikler.Çok keyifli.Ara sıra bize kürekleri veriyor. Kayalıkların içerisinde dört tarafı kara ile çevirili gizli boşluklar var. Bu gizli iç denizlere “hong” veya “lagün” deniliyor. O kadar sessiz, o kadar huzurlu ki içerisi! “çıt” desem yankılanacak diye fısıltı ile konuşuyoruz.Ve fotoğraflar ile bol bol anı sabitliyoruz.
          Beklediğimiz adacık, “James Bond adası” . James Bond filmlerinden “The Man with the Golden Gun” filminin burada çekilmiş olmasından ismi böyle.
O güzel kayalar, üzerindeki
yeşillerle denizin ortasına serpiştirilmiş gibi, resimlerde hep onlar var, anımsarsınız.
Deniz burada biraz bulanık, hafif yeşilimsi.  Sanırım bu nedenle denize giren herhangi bir kişiyi göremiyorsunuz. Etrafınızda alışveriş yapabileceğiniz küçük küçük kulubeler bulunuyor.
           Maya Bay‘e giden tekne turuna katıldığınızda Leonardo Di Caprio’nun “The Beach” filminden sonra popüler olan Phi phi Adası ve Maya Bay ile birlikte, Loh Samay Bay, Pileh Lagoon, Vicking Cave, Monkey Beach, , Bamboo Adası ve Mosquito Adası gibi duraklarda mola veriyor, bol bol yüzüyorsunuz, şnorkel yapıyorsunuz. Aradığınız beyaz kum, renkli balıklar, turkuaz deniz burada.Monkey Beach de durup, maymunları yakından izliyoruz.Yiyecekleri ellerden yiyorlar.Yakın zamanda ısırma durumu yaşandığından, rehberimiz çok yaklaşmadan ve inmeden izlemeyi öneriyor.
Maya Bay’e gelen günü birlik turlar yüzünden gündüz adada nerdeyse  havlu atacak yer yok. Bu Kumsal filmini izleyip kafasında ıssız, egzotik bir ada kuranlar için gerçekten büyük hayal kırıklığı olabilir.Kalabalıkla birlikte manzaranın en güzel görüldüğü yükseltiye koşun.
 “Long Tail Boat” dedikleri “kuyruklu tekneler” Tayland’ın sembollerinden.Kuyruklarında otantik renkli süslerle çok güzeller ve sahil kadar çoklar.Hepsi birer simge ve maskot.

             Ve Tayland tatilinizin en tatlı kısımlarından biri daha! İster sadece ayaklara, ister tüm vücuda… Bunca insanın Tayland’a sırf masaj için gidiyor olması şaşırtıcı değil, adamlar bu işi biliyor.Kapıda karşılanıyor ve serince bir mekana ayakkabıları çıkarıp giriyoruz.Bir bayan elinizi tutup, önce ayakları yıkıyor ve bizi araları adam boyunda bölünmüş odalara yöneltiyor.Biz eşli olanı istedik, bizimki iki kişilik bir odacık.Arada perde var, kullanmayın deyince kapamadılar, birbirimizden bayanların hareketlerini izleme olanağımız oldu.Yumuşak hareketlerle yönlendirildiğimiz harika bir deneyimdi.Masajımızdan yumuşacık ve hafif çıktık. 
              Simon Caberet Show' a gelince; akşam bize verilen saatte ismimizle seslenerek, otelden araç ile alınıyoruz.Dıştan oldukça ışıklı ve gösrerişli bir binaya geliyoruz.Bekleme salonumuz da bir o kadar güzel.Saat yaklaşınca kalabalık artıyor.Giriş kapılarımıza göre kuyruğa giriyoruz.Alındığımız salon çok ferah, koltuklar çok rahat.Sahne oldukça büyük ve ışıklı.Ses düzeni harika.Show başladığında danscıları sayamıyorum, öyle çoklar ki.Aslında erkek olan bu bayan danscıların hepsi güzel.Nereye, kime bakacağınızı şaşırdığınız, çabucak değiştirilen   kostümlerle renklenen ve hızla yenilenen sahneler.Tam bir show.Sonunda dışta bir salona alınarak dışarı çıkmamız sağlanırken, karşıda yanyana dizilmiş danscılar, el sallayıp dikkat çekerek fotoğraf için çağırıyor.Tabii yine ücretli.
Kırmızı halı üzerinden bu showu da izleyip çıkmak.Dışarda aynı araç bizi bekliyor, şoförümüze yürümek istediğimizi söyleyip, otelimize doğru yola çıkıyoruz.Böylesi de çok güzel oldu.Yolda gece hayatı, çarşılar, akan trafik ve kalabalıkla, arada sevdiğimiz yerlerde konaklayarak  şehrin bu yüzünü yaşamış olduk.
             Phuket Gezimizin sonu, sabah otelden havaalanına transfer.Yine Dubai'ye aktarılıyor, oradan İstanbul'a uçuyoruz.Bu kez bizi Dubai'de özel karşılayıp, sayımızı belirleyerek uçağa hemen aktarıyorlar; çünkü aktarıma çok az süremiz var.Uçak yine çok büyük, yine servis var ve yolda habersizce çekilen fotoğraflarımız dağıtılıyor.
İstanbul'da yeni bir surprız; aktarma hızlı gerçekleşince, valizlerimiz kargo ile adreslerimize yollanacakmış.Napalım, kollarımızı sallayarak dönmek de güzel oldu diyelim...

            Doyumsuz seyahatimizin sonu; gezmek güzel, gözlemek güzel, anılar harika.Yenilerine diye diliyorum...