06 Ekim 2019

liviv ve kiev

           Bu gün günlerden Kiev.
İki saatlik UAI havayolları ile Kiev Borispo hava limanındayız.Otobüsle 4o dakikada Railway staton a ulaşıp arkadaslarımızla buluşuyoruz.
           Özlem gidermece arasında, kaçamak bakışlarla şehirde geçtiğimiz yerleri kaçırmamaya çalışıyorum.Çok acıkmışsınızdır diyorlar, gezmeyi özlemişim; farkında bile değilim.
Kiev mutfağından kiev tavuğu, mantı, ıspanaklı krep ve tavuklu ıspanak ile doyuyoruz.Yeni bir öneri geliyor:Ünlüdür görmelisiniz diyorlar; Mafia' ya gidiyoruz..Mafia bir bar restoran, adıyla ilgisi olmayan şık ve zevkli bir dekoru var ; filtresiz alkollü birası süperdi.
Kiev de şehir dışındaki otelimizde bir gece konaklayıp, sabah Liviv'e yola çıkıyoruz. 
          Yollar çok rahat, 3er şeritli bölünmüş yol, trafik kurallarına istisnasız uyuyorlar.Yol boyundaki köyler, tarlalar, ağaçlar, şekilden şekile giren bulutlar, müzik, molalar ve sohbetle 6 saatin nasıl geçtiğini anlamadık.Harika bir yolculukla:

Ve Liviv      
Kalabalık alanın üzerinde bir heykel göze çarpıyor ve çok sevdiğim taş mekanlar, sokaklar görülüyor.İncecik bir yağmur var.
Mimari anlamda Liviv, Orta Avrupa kentleri ile benzer zenginlikte.Ama görür görmez şu düşünce oluşuyor;  tarih, samimiyet ve minyatür bir şehir havası.Arabamızı parkederken kitap sergisi olduğunu fark ediyoruz.
Evimiz Rynok Meydanında.Ev sahibini arıyor ve buluşuyoruz.1800 lere tarihli bir bina.Giriş kapısı gösterişli.Ama girince şaşırıyorum.Bakımsız ve karanlık.Gıcırdayan ahşap mrdivenler ve harika ahşap trabzanları var, bıraz tozlu ve korku filmi gibi.Burada apartman girişleri ile ilgili bakımı yapan şehrin muhtarı diyebileceğim biri varmış.Bakım daire sahiplerinin katkısı ile yapılmıyormuş.Bundan biraz bakımsızmış.Dairemize çıkınca fikrim değişiyor.Minimal döşenmiş, kullanışlı.Bizi gezdiriyor, bilgi veriyor, anahtarı bırakıp gidiyor.Hemen dışarı çıkıyoruz.Çok merkezi bir yer seçtiğimizi bilsem de şaşırıyorum.
Rinok (Rynok,Pazar) Meydanı;  Her yere buradan ulaşabilirsiniz.Oldukça renkli ve hareketli, taş sokaklarda tarihin içindesiniz.Kentin genelinin aksine buradaki yapılar Gotik mimaride  inşa edilmiş. İnsanlar cafelerde ve sokakları turluyor.Hediyelik eşya dükkanları, sokak müzisyenleri ile neşeli.Evler biri dışında 3er pencereli.Araziler o kadar pahalıymış ki, cepheler dar, ince uzun inşa edilmişler.Harika bir renklilik katmış.Tek bir yapı daha geniş o da zengin biri ve kraliyet izniyle yapılmış.Eski Kent’in tüm detaylarına hâkim olabileceğiniz bir kuleye sahip Lviv Belediye Binası, bu meydandaki en önemli yapı konumunda. Belediyenin içinde labirent gibi dolaşıp, Ratusha Kulesine giden girişi buluyoruz.20 Grivna karşılığı nefes nefese 300 basamağı adımlamaya başlıyoruz.Ahşap trabzanlara dokunmak çocukluğumdaki evimizi anımsatıyor. 160 yıllık bir tarihin içindeyiz.Çanlı saatin işleyişini kuleyi tamamlamaya 1kat kala seyrediyor, soluklanıyor ve o güzel manzaraya kavuşuyoruz.Sokaklar, binalar, şehrin düzeni ayaklarımız altında.
         Meydanda gastronomiye meraklı gezginlerin ilgisini çekebilecek yer  Çikolata Müzesi var.Kakao çekirdekleri, bir sürü makine, leziz çikolatalar.Hemen yanında hediyelik eşya dükkanı.
       Benimse ilgimi en çok Eczacılık  
Müzesi çekti..Eczane levhası var kapı gösterişli.Bizim gibi vitrini falan yok.İçeri girince benim için şölen var; ahşap raf ve dolaplar, drog kavanozları, porselen kavanozlar, çekmeceli bugunun kapalı sistemine ilham veren dolaplar , tavanda aynalar ve banko arkasından hizmet vermeye çalışan 3kişilik bir ekip diyerek ,büyülenmiş gibi bakınırken; bankonun yan tarafından aldığı biletle eşim iç kısmı işaret ediyor.Aman allahım dahası varmış.İç içe iki oda, eczacılık tarihini anlatıyor.Kocaman havanlar, kapsul, pilul aletleri, eskiye dair pek çok şey.Buradan basamaklarla bir üst kat çıkıyoruz.İç avlu yemyeşil saksılar, sarmaşıklarla çok düzenli, karşıda bitkilerle , kazanlarla, bir ocakla birlikte epey eskilere götüren loş, nemli, biraz gizemli ve küçük bir çarpıntıyı kalbe bırakan bir oda.Sonra bizi bahçeden eczanenın yan kısmı olduğunu anladığımız bir girişten yan sokağa çıkardılar.Hala rüyadayım.Adeta mesleğimde bir zaman yolculuğuydu. 
       Pazar Meydanı’nın güneyinde  Bernardine Kilisesi var.Bir ihtişam bir ihtişam.Domınıcan katedrali altın kuleleri ile her yerden görünüyor, Ermeni katedrali, st.Peter kilisesi, Dormition katedrali, 1360 tarihli Latin Katedrali ile bahçesinde Metropolitan Sarayı’nın bulunduğu St. George Kilisesi de mimari bakımdan güzel dini yapılar. Ermeni kilisesinin , karşısındaki bir bankta soluklanmak iyi oldu.Bakmaya doyamıyorum.
      Bugün programımıza vakit kalsın diye bir taxi ile kaleye gidiyoruz. Lviv High Castle Park.Yemyeşil bitki örtüsü ile kaplı patikalarında ki merdiven ve yol olarak düzenlenmiş, yürüyüş yaparak bir zamanlar burada olan kaleden söz ediyoruz.Zirvede  bir televizyon kulesi, Lublin Birliği Höyüğü ile yanyana.Buradan da şehri görmek, izlemek güzel. Ama favorim Belediyenin kulesi.
        Bir sürü güzel cadde, sokak ve ev geçip, Opera Binası na ulaşıyoruz.Önünde şık kişiler bekliyor.Sanatın yaşaması çok güzel.Neo Rönesans tarzında binanın dış cephesi kemerli ve sutunlu pencereler, üstnde heykellerle, hayat kısa sanat uzun dedirtecek güçte.Altından nehir geçiyormuş.Önündeki havuz ve onu caddeden ayıran bu düzlükte opera binası çok güzel.
       Farklı milletlerden insanların yüzyıllardır beraber yaşıyor olması ve komşu devletlerle yakın ilişkileri, kültürel anlamda Lviv’in zengin bir kent haline getirmiş.Herkes saygılı. Trafikte ve kurallara uymada çok iyiler.Cadde boş bile olsa yaya geçitlerinde ışığı bekliyorlar.Ülkemde özlediğim şeyler bunlar.
Gerek eğlence hayatının günlük yaşamla iç içe olması gerekse de küçük yüz ölçümü ile  bir sıkıntı yaşamadık.Her anımız dolu geçti, geçirdik.Oldukça kalabalık ve bu daha çok turistlerden kaynaklanıyor.        Sevdiklerimden oluşan bir listem var.
·         Rinok Meydanı’ndaki Lviv Belediye Binası‘nın kulesine çıkıp, çevrenin eşsiz manzarasını izlemek
·         Bir şeyler içmek istediğinizde kentin en gözde mekânları arasında sayılan ve çeşit çeşit biraların servis edildiği Pravda Beer Theatre‘a gitmek.
·         Kentin simgelerinden biri olan Opera Salonu’nu ziyaret etmek.
·         Lviv High Castle Park ta yürümek ve kahve molası
·         Sokaklarda gece bir birayı yudumlamak
·         Sado mazo cafenin kırbaçlarından nasibimizi alıp, yer bekleyip paramızla kırbaçlanmamak için koşarcasına kendimizi dışarı atmak.
·         Eczacılık müzesinde zaman yolculuğu
·         Troleybüslerdeki şoför teyzeleri izlemek
·         Taş sokaklarda sekerek yürümek
·         Puzata Hata adındaki mutfağı keşfedip, Ukrayna mutfağını tatmak
·         Cruasan Liviv deki lezzetleri tatmak
·         Vişneli, mantarlı, patlıcanlı ve balıklı böreklerden yemek
·         Bir şehir pazarı ve antikacılar çarşısı bulmak
·         Sokaklara taşan şarap mekanları
·         Bir cafede milongaya rastlayıp dans etmek
·         Bu listenin uzayacağı kesin
Ukrayna’nın kültürel anlamda başkenti sayılan Lviv’de Sovyet esintilerinin en yoğun şekilde hissedilebileceği konu, hiç kuşkusuz ulaşım. Çünkü hem havaalanı transferinde hem de şehir içi ulaşımda kullanılan birçok ağ, kentin Sovyet yönetimi altında olduğu dönemde kurulmuş ve araçlar da oradan getirtilmiş.Temiz sokaklar, saygı ve kurallara uymak, minimal yaşamlar da bundan.Ulaşım deyince en çok troleybusleri sevdim.Üstelik genelde 70 yaş üstü hanımlar kullanıyor.Şık ve makyajlılar. Taxi kullanmak için uygulama yükledik.Haritadan nereye gideceğinizi seçiyorsunuz, size yakın taxıler ve fıyatları çıkıyor.Taxıyı seçince sizi konumunuzdan alıp istediğiniz yere bırakıyor ve ücreti yol sonunda telefonunuza geliyor.Harika bir uygulama bu.Şehir içerisinde ise toplu ulaşımda troleybüs ve otobüslere ek olarak tramvaylardan da faydalanılıyor. Rinok Meydanında konakladığımızdan kenti yürüyerek keşfediyoruz. Böylece günlük hayatla da iç içeyiz.
Yürümek size zahmetli gelirse ulaşım aracı seçiminde önceliği tramvaya verebilirsiniz. Nostaljik araçlar vasıtasıyla kentin çeşitli noktalarına ulaşım, 11 hat üzerinden gerçekleştiriliyor. Şehir içi ulaşımın bel kemiğini ise çevreci troleybüsler oluşturuyor.

Parkın İçindeki Özgür Şehir; Kiev


       5. yüzyıla kadar uzanan geçmişi ile Kiev, Doğu Avrupa’nın en eski şehirlerinden. Slavlar,  Moğollar,  Litvanya Dükalığı, Rus İmparatorluğu derken II. Dünya Savaşı sırasında şiddetli çatışmalara sahne olan Kiev, 1991’de Sovyetler Birliği’nin çökmesi sonucunda bağımsızlığını ilan eden Ukrayna’nın başkenti haline gelmiş.
        Arabayla Kiev’e geçerken; görkemli taş binalar, geniş caddeler, uyumlu huzurlu trafik, parklar ve bahçeler tüm güzelliklerini sergiledi.
       Dairemiz Dinyeper Nehri’nin batı kıyısında, ünlü
Kreşatik Caddesinde (Khreshchatyk) yer alıyor. Bağımsızlık Meydanı hemen sağımızda, Zaranın üzerinde dıştan yine tarihle süslü harika bir binadayız. Kiev’de  internetin güvenilir rezervasyon sitesi olan Booking.com üzerinden yaptığımız Partner Hause adlı bir şirketten oda, mutfak ve banyodan oluşan sevimli bir dairedeyiz.Binanın dışı ne kadar tarihse içi o kadar modern döşenmiş.
Yine Liviv’deki gibi, kocaman, ağır ve zor açtığım otomatik, demir süslü bir kapıdan geniş bir giriş, merdivenler ve hemen solda asansör var.Yine bakımlı diyemeyeceğim bir giriş.Her seferinde bu girişleri harap görüp, nasıl bir yerde konaklayacağız diye sorularla dolu dairemize ulaşıyor ve ancak dairemizi görünce  rahatlıyorum.Manzaramız da çok güzel ve çiçekli bir balkonu var.
      Vizesiz seyahat edebileceğiniz tatiller arasında olan Kiev’de, gezilecek tarihi yapıların büyük çoğunluğu ya Sovyet esintileri ya da Ortodoks mimarisinden izler taşıyor. Bunlara ek olarak kent merkezinde bile 
Goethe‘nin neden “parkın içindeki şehir” yakıştırmasını yaptığının kanıtı olan, huzur veren  geniş yeşil alanları görebiliyorsunuz.
    
Gezi listemizin ilk sırasında yer verdiğimiz Khreshchatyk, kentin ana caddesi olma özelliğini taşıyor. Çevresindeki binalarla beraber II. Dünya Savaşı’nın ardından Stalinist mimariye uygun şekilde yeniden inşa edilen cadde, günün büyük bölümünde canlı atmosfere sahip.İlk bakışta kocaman taş bloklardan binalar var, pek çoğu aynı  renk taşlar bunlar.Binaların ilk iki katı sonrası süslemeler başlıyor; sütunlar, heykeller gibi. Cadde üzerinde yer alan en önemli turistik mekânsa Bağımsızlık Meydanı.Ukrayna tarihine damgasını vuran birçok protesto gösterisinin gerçekleştirildiği meydanın ortasında Başmelek Mikail’in tasvir edildiği yüksek bir heykel var. Alanda ayrıca kentin kurucularına adanmış anıt da oldukça ilgi çekici.Sergi için sanıyorum, kocaman demir üzerinde insan figürü olan plakalar yerleştirmişler.Bunlar meydanın görkemini engellese de, basamaklardan oluşan havuzdan akan sular, meydanın hemen yanında çiçek bahçesi olan alandaki kocaman saat,  her şey görkemli.Hemen karşıdan görülen fıskıyeli havuzların olduğu alanda, geceleri ışık ve müzikle danseden suları izlemek çok keyifli.
Caddenin bir ucunda kapalı 
Besarabsky Pazarı diğer ucunda ise Bağımsızlık Meydanı yer alıyor. Besarabsky Pazarı, ucuz sokak yemekleri, renk renk turşular, otantik tatlar ve  kahveler, sebze ve meyvelerle dolu.
       Kreşatik Caddesinin en güzel özelliklerinden biri ise hafta sonları belirli saatten sonra trafiğe kapanıp sokak sanatçılarına, konserlerine ev sahipliği yapması. Pazar günü caddeyi böyle kapalı yakaladık ve  hava karardıktan sonra da cadde boyunca dolaşmak oldukça keyifliydi.


                   Kreşatik Caddesi’ne yaklaşık 
10-15 dakikalık bir yürüyüş mesafesinde Ulusal Opera Evini  görmelisiniz.1867 yılında açılan yapı, Barok tarzının güzel örneklerinden. İçerisinde Güzel Sanatlar Müzesi yer alıyor.
                 Operayı geçtikten sonra
, Altın Kapı’yı görüyoruz, 1024’te inşa edilen ve şehrin ana giriş kapısı olarak kullanılan Altın Kapı (Zoloti Vorota-Golden Gate), şimdilerde müze olarak hizmet veriyor. Etrafı parkla çevrili olan kapının surları başta savunma amaçlı inşa edilmiş olsa da bu surlar günümüze kadar gelmeyi başaramamış.Çevresindeki minik park dinlenmek için ideal.

                    Bu gece degişik bir rotadan yürüdük Kreşatik Caddesinin sonuna kadar geldik, sol köşede Arena City isimli bir bina var.Burada birçok gece kulübü ve restaurant var, gece kulübüne davet eden 3 kat topuklu asortik bir bayandan başka, şu an kimse yok.Oysa gecenin ilerleyen saatleri ve hafta sonları oldukça hareketliymiş.

İlginizi çekiyorsa, Pivarium, Solomyanska Brovarnya, Shato, Syndicate biralarını kendi yapan Kreşatik caddesindeki mekanlar.Filtresiz bira ve karamel renkli bira deneyin derim.

 

St. Sophia Katedrali yine merkezde bulunan yürüyüşle ulaşacağınız  en meşhur kiliselerden biri. St. Michael Katedrali ise, St. Sophia ile karşı karşıya.  Her iki katedralin de kapıları karşılıklı birbirine bakıyor.  St. Sophia Kilisesi, UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alınmış.  Aziz Sofya Katedrali (Saint Sophia’s Cathedral) ismini Ayasofya‘dan alıyor.  Fresk ve mozaikleri ile dikkat çeken bu 11.yüzyıl yapısı, Ukrayna’nın 7 harikası arasında sayılıyor. Barok stilde yapılmış mimarisi, altın kubbesi ve içinde yer alan freskleriyle St. Michael Katedrali, görülmeden Kiev’den ayrılınmaması gereken yapılardan. Katedral girişinde yer alan Çan Kulesine çıkarak, çıkış biraz sıkıntılı olsa da en üst noktadan Kiev manzarasını seyretmek oldukça keyifli, tavsiye ederim. Katedral ziyaretinde bilet alırken biraz kafanız karışabilir çünkü birçok bilet çeşidi var. Katedral, çan kulesi, diğer bölümler vb farklı ücretlendiriliyor.Fotoğraf çekmek katedral içinde yasak.
                   Gündüz saatlerinde, Caddenin, Bağımsızlık Meydanı yönünden yukarı merdivenlerle çıkıp, yürüyün: Kiev Ulusların Dostluğu Anıtı’nın bulunduğu Kreşatik Parkı ile Vladimir Tepesi’ni birbirine bağlayan yaya köprüsü burada İki turistik rotayı birbirine bağlayan harika  köprü ve oturma rahatlığıyla, nehri seyredebileceğiniz alan çok güzel. 210 metre uzunluğundaki bu güzel köprü 7 metre genişliğinde inşa edilmiş. Köprü üzerine ayrıca cam zemin panel var.Resmen tüylerim diken diken olarak üzerini adımlayabildim .Çünkü köprü çok yüksek, cam üzerinde havada yürüyor gibisiniz.Bütün olarak bakıldığında da Kiev için güzel bir görünüm ve kullanışlı bir turistik rota oluşturuyor.Çernobil Müzesinin olduğu taraftan köprüye aşağıdan baktığımda da , cam tabanı güzel bir açıklık sunuyor.
Köprüden sonra ulaştığınız park ve yeşil alanlarsa neredeyim diye sorduruyor güzelliğiyle.
Bunlardan, Mariinsky Park, Kiev gezilecek yerler listenize ekleyebileceğiniz güzel bir park1874 senesinde kurulan ve şehrin en popüler parklarından olan yürüyüş yapabileceğiniz ve biraz merkezin gürültüsünden uzaklaşmak için ideal bir yer.Parkın içerisinde 1744-1752 seneleri arasında Rus imparatoriçesi Elizaveta Petrovna tarafından yaptırılan dönemin ünlü mimari Francesco Bartolomeo Rastrelli imzalı Mariinsky Sarayı yer alıyor. Barok tarzdaki bu saray cumhurbaşkanın Kiev’deki resmi tören evi.

         Yarım gününüzü ise 2. dünya savaşı müzesi'ne ayırın derim. Elinde kılıç olan parlak, Rodina Mat isimli  Kiev'in koruyucu dev heykelini zaten çok uzaktan da görebilirsiniz.  Nazi-Sovyet Savaşında hayatını kaybeden 7 milyondan fazla Ukraynalı Asker anısına dikilen diğer adıyla Mother Motherland heykeli, ,sağ elinde yükselen kılıcıyla, vatanın kutsallığını, sol eli ile yolu gösteriyormuş.
Müzeye gelince, bir savaş müzesi için ; tüm yaşadıklarını gerçekten çok güzel bir şekilde tasnifleyip gelecek nesillere aktarmak üzere 2.Dünya Savaşı Ukrayna Tarihi Müzesi’nde sergilemişler. Müzede 16 sergi salonu var.Hem görevlilerce hem de levhalarla yönlendiriliyorsunuz.Fotoğraflar, eşyalar, giysiler, canlandırmalar, her şey bir canlılığı ve içi dışı kül savaşı anlatıyor.Tüyler ürpertici.Yaşanmışlıklar, yok oluş, var kalmaya çalışmak, özgürlük, ölüm, yaşam; dün, bugün, yarın.Çok güzel düzenlenmiş, sıkılmayacağınız, her yerinde bir ayrıntıyı yakalayacağınız müzede;
 6 numaralı salon ise fotoğraf çekmek için en zor yer. İnsandan yapılma sabun ve eldiven, çocuk öldürme giyotinleri, kemik öğütücüler ve ne kadar insan aklının alamayacağı mezalim varsa burada toplanmış. 2. Dünya Savaşı’nda yaşananları Ukrayna özelinde görmek için mutlaka bu müzeyi gezin.

        Müze, bahçesi ve çevresi ile çok güzel.Geniş mi geniş alana sahip, uzaktan nehri görüyorum.Koruyucu heykelden alt kata bahçeye doğru indiğinizde , grup bir heykel daha karşılayacak sizi.Hareket ve yüzlerdeki ifadeyle savaşın içinde yaşıyor insan çok gerçekçi çalışılmış. Bahçeden çıkış kapısına doğru eski tanklar, savas ucaklarından oluşan gruplar sizi bekliyor.

        Müzeyi gezdikten sonra hemen yan tarafta bulunan kiev'in en büyük kilisesi olan Pecherska Lavra kilisesi kesinlikle görülmeli. Kiev hepimizin bildiği gibi kiliseler ve manastırlar şehri. Ancak, bu manastır Kiev’deki mabetlerin atası gibi. Burası, Ortodoksların kutsal hacı olma yeri ve UNESCO listesinde de yer alan Kiev’in En Önemli dini merkezi . Kiliselerin 12’si yer üstünde, 6’sı yer altında bulunuyor. Bu sebeple bu manastıra, yani  “Mağaralar Manastırı” na, Pechersk Lavra’ya Church of Trinity’nin hala  ayakta kalan kapısından giriliyor.Pechersk Lavra,  28 hektarlık bir arazi üzerine kurulmuş çok büyük bir kompleks. Kilise tek bir binadan ziyade, bir binalar kompleksi gibi. İçeri girdikten sonra önünüze ilk olarak bir paskalya yumurtası çıkacak. Parlak, aynalardan oluşan bir yumurta bu.Solunuzda Pechersk Lavra’nın Tarihi Müzesi var.
 1731-1745 yılları arasında inşa edilen The Great Lavra Bell Tower ya da diğer adıyla The Great Belfry, manastırın çan kulesi.  Kule  96,5 m yükseklik ile manastırın en yüksek binası. Nefes nefese merdivenlerini çıktığımız , 3 katlı olarak inşa edilen kulenin son katında bir gözlem platformu var.
Kulenin gözlem platformuna çıktığımızda çok güzel bir manzara ile karşılaşıyor ve buraya çıkmakla ne kadar doğru yaptığımızı görüyoruz.  Hemen karşımızda muhteşem The Assumption Cathedral’i var. Hemen sağ tarafımızda ise bir yemekhane bulunuyor. Devamındaki yapı ise Metropolitan Evi. Uzaklarda ise Dinyeper Nehri ve karşı kıyıdaki şehrin modern yüzü ile Kiev Anavatan Heykeli görülüyor.Yine ilerde zamanında keşişlerin kaldığı ve eğitim gördüğü binalar var.Manastırdaki en büyük bina The Assumption Cathedral’i.Katedralin içi loş , hatta karanlık, mumlarla daha da farklı.Görkeminin yanı sıra, duvar resimleri mutlaka görülmeli. Katedralin hemen sol tarafındaki tek katlı bina kompleksi ise Ukrayna Hazineleri Müzesi.Yine,  Lavra kilisesi içerisinde bulunan Mikrominyatür Müzesini de gezebilirsiniz.
         
Yolun sonunda da gezmeyi hevesle beklediğim tarihi mağaralar var. Mağaraların zamanında Moskova'ya kadar yer altından gittiği rivayet ediliyor.
 Ortadoks inancında hacı olabilmek için buradaki 1000 yıllık mağaralarda ibadet yapmak şartmış. Mağaralar Vedensky Kilisesi’nin altında bulunuyor. Girişte eğer kısa elbiseli ve şortluysanız mutfak önlüğü benzeri bir elbise giymenizi ve baş örtüsü takmanızı istiyorlar. Elektrik yok. Mağaralar birbirine ince koridorlarla bağlı. İçerisi labirent gibi ve dar. Mumsuz önünüzü görmeniz imkansız. Her taraf hacı adayları ve papazlarla dolu.Bazı mağaralardaki ibadeti , arkadan gelen ziyaretçiler izin verirse izleyebiliyorsunuz. Mağara içerisinde mumyalanmış papazların bulunduğu küçük  üstü cam tabutlar var, dini günlerde ve gezerken insanlar bu tabutların başında dua ediyor. Giysilerini görüyorsunuz, bazılarında gümüş bir el göğsünde duruyor.Oldukça klostrofobik bir ortam.Bu rotaya da sabah başlayıp, akşaüstüne dek sürdürdük.                   Burayı gezmeyi tamamlayınca, taksi tutup dönmek daha mantıklıydı. Bu bölgeye yakın olan Arsenalna Metrosu’na geldik. 105.5 metre derinliğiyle dünyadaki en derin metro istasyonu bu. Yürüyen merdivenlerle 5-10 dakika boyunca sürekli aşağı doğru iniyorsunuz.Görün ve mutlaka bir yerlere onunla ulaşın. Bu metro, dünyanın en eski ve büyük metrolarından biri olmasının yanı sıra iç tasarımı ve mühendisliğiyle de göz dolduruyor. Kalabalık ama kimse kimsye çarpmıyor.Ne kadar derin dediğim ama güzelliği, havadarlığı ve temizliğiyle hiç rahatsız etmeyen bir deneyimdi.
        Eski Kiev’i görmek istiyorsanız mutlaka Podol’a gitmelisiniz. Bu semt, yerel mimariyi görebileceğiniz evleri, dar sokakları, limanı, kuşaktan kuşağa uzun yılar boyunca kurulan pazarı ile şehrin görülmesi gereken önemli noktalarından. Başkanlık Sarayı’nın bir parçası olan Canavarlı Ev (House with Chimera) Kievli mimar Vladislav Gorodezhki tarafından 1903 yılında yapılmış. Mimar, bu binayı çok sevdiği kızının ölümü üzerine, akıl sağlığını kaybederek tasarlamış. Bina, dışında ve içinde çok sayıda canavar heykelini barındıran fantastik bir yapı.Baktıkça yeni bir heykel keşfediyorsunuz.Korkutucu mu, ürkütücü mü, bunalım mı adlandıramadığım yapı.
      
Benim Kiev seyahatimdeki favori noktalarımdan biri de Andrevski Yokuşu (Andrevski Spusk) oldu. Burası geçmişte şehrin yönetim kısmı olan üst bölge ile halkın yaşadığı alt bölgeyi birbirine bağlayan önemli bir geçitken ,günümüzde şehrin en popüler yerlerinden.Yokuş, ilk yapıldığı dönemde yayaların geçebileceği bir yerken 1711 yılında yol genişletilerek at arabalarının da geçebileceği önemli bir bağlantı yolu olmuş.
Arnavut kaldırımları ile dikkat çeken Podil semtinin bu güzel bölgesinin en üst kısmında St Andrews Kilisesi yer alıyor.Yokuşun başında tüm görkemi ve göğe uzanan kuleleriyle renkli. Özellikle kilise ve çevresi bana ressamlarıyla Paris‘teki
 Montmartre Tepesi‘ni anımsattı.
Bölgenin en önemli özelliği ise hediyelik eşya alışverişi konusunda şehrin en zengin noktası olması. Yokuş boyunca  tezgahlar sıralanmış durumda. Matruşkalar, yöresel kıyafetler, magnetler, ahşap ürünler .Bunun dışında tezgahlarda yer alan ve Sovyet döneminden kalma askeri ürünler, flamalar, antika ürünlerin yanında eski fotoğraf makinesi öyle çok ki şaşırıyorum.

Biraz daha aşağıda Solomyanska Brovarniya kesinlikle uğranması gereken bir yer. kendi biralarını yapıyorlar. Filtresiz buğday birası denenmeli. Yokuşun sonuna doğru solda meşhur  Lviv Handmade Chocolate ı gezin, ama fiyatları ucuz değil.
Yokuşun bitiminde varmış olduğunuz yer Podil veya Padol olarak adlandırılan Kiev'in en eski mahallelerinden biri. Yokuş bittikten sonra sağa dönüp cafe ve restaurantların bulunduğu Sagaidachnogo Caddesini boydan boya yürüyün. Yol üzerinde, 1986 yılındaki Çernobil faciasından etkilenenlere adanmış olan Chernobly Museum (Çernobil Müzesi), faciaya ilişkin obje, fotoğraf ve belgeleri sergiliyor.Sagaidachnogo caddesinin bitiminde nehir kenarına ulaşırsınız
Sol tarafta büyük bir meydan ve eski bir tekne limanı gibi bir yapı var. Bu alandan ileriye doğru nehir boyunca yürüyebilirsiniz. Az ileride sadece yayalara özel Parkovy Köprüsü oldukça fotojenik.
Yaz aylarında nehir kenarı tamamen beach olarak kullanılıyor. hem cafeler var, hem de havlusunu serip yatanlar oluyormuş. Sahilden içeri doğru ilerlediğinizde sanki ege kıyılarında ufak bir sayfiye yerinde gibi hissedebilirsiniz. Şehir merkezinden 20 dk yürüyüş ile bu kadar sakin bir yere gelebilmek bence bir nimet.
Ve güzel nehrin ortasında adacık bir vaha gibi, burası da plajlarla süslü ve yeşil.
          Kiev'de gece kulüplerinde masa almak önemliymiş. Her masa için belirlenen depozito miktarını veriyor, bişiler yiyip  içiyorsunuz; eğer fazlasını içtiyseniz ona hesap geliyor  dediler ve   gece 12'den önce gitmeyin boş olur mekan diye eklediler. Hepsinde 150-250 uah arasında değişen giriş ücreti var ve kızlar için fiyat  daha düşük. Biz de Sorry Babushka, ya uğradık. Üst kat karaoke, alt kat striptiz barmış. Orta kısım ise disco. Masa iter misiniz dediler, bileklik veriyorlar, kırmızı renk kimse rahatsız etmesin rengiymiş.Ama vakit erken ve hafta içiydi, sanırım o nedenle boştu diyebilirim. Oldukça gürültülü dısco müziği eşlik ediyor.Ben sevmedim, çok kalmadık.Bizim için şehrin gece de caddelerinde olup, o güzel pub ve cafelerine takılmak gerçekten daha güzeldi.

İşte favorilerim:


·         6. Altın Kapı (Golden Gate)
·         9. Shevchenko Park
·         10. Arsenalna Metro İstasyonu
          .    11. Kreşatik Parkı ile Vladimir Tepesi’ni birbirine bağlayan yaya köprüsü






15 Ağustos 2019

ÇORUM

Çorum'un kiremit ve un fabrikaları, otomobil satış reyonlarının olduğu geniş caddelerinden geçerek, şehre giriyoruz.Biraz ilerledikten sonra solda yeşillikler arasından ve bahçe duvarından  harika bir bina görünüyor.İşte müze...
H.1332 yılına tarihlenen güzel bina.2003 tarihinden bu yana müze olarak kullaniliyormuş. Arkeoloji ve etnografya teşhir salonları birbirinden bağımsız olarak düzenlenmiş..

Arkeolojik eser salonları binanın sol kanadında dört kat şeklinde düzenlenmiş. ilk katında, Alacahöyük, Kuşsaray ve Büyük Güllücek kazılarında bulunmuş olan Kalkolitik Çağ eserleri ile başlayan kronolojik bir teşhir yapılmıştır.Bu katta Eski Tunç Çağı Alacahöyük prens ve prenses mezarlarından “L” Mezarı aslına uygun olarak teşhir ediliyor.Bu bölümü takiben Çorum ili sınırları içindeki arkeolojik kazılarda (Boğazköy-Hattuşa, Alacahöyük, Yörüklü Hüseyindede) açığa çıkartılan Hitit dönemi eserleri ve  cok begendigim Eski Hitit dönemine tarihlenen iki adet kabartmalı vazo teşhir ediliyor. Birisi, dört frizli, diğeri kücük tek kabartma frizli. Müze koleksiyonunda özel bir yere sahip, üzeri çivi yazılı Hitit kralı II. Tuthaliya’ya ait  bronz kılıç da yine aynı katta.

Hitit yazılı belgeleri (Çivi Yazılı tabletler) ile başlayan 2. katta, Boğazköy-Hattuşa kazılarında  bulunan kil mühür baskılı bullaları, Ortaköy-Şapinuva kazı buluntusu Çivi Yazılı tabletler ve mühür baskılı bullalar var ve ilgi çekici.Ve mühürler; incecik yazıları, bezemeleri ile.

İsmini soylemeye bayıldığım; Ortaköy-Şapinuva seramik eserleri 3. katta, Frig Dönemi buluntularını aynı döneme ait Boğazköy-Hattuşa ve Alacahöyük buluntuları izleniyor.
Bu kattaki kronolojik sergileme Hellenistik, Galat ve Roma dönemi seramik eserleri bitiyor.Ayrıca, Sikke koleksiyonu da bu katta.

Roma dönemi cam eserleri, altın ve gümüş süs eşyaları, heykelcikler, kandiller ile Bizans dönemi eserlerinin sergilendiği 4. kat ile müze seyri bitiyor.

Bu guzel binanın, bir zamanlar kimlerin adımlarını taşıyor dedığim, mermer merdivenlerinden inerek Etnoğrafya bölümüne geçiyoruz.Burada kahve, leblebici ve bakırcı canlandırmaları var.Üç türbe ve camiden çıkartılan kapılar, ahşap oymanın en ince eserleri; çok ince bir sanatı anlatıyorlar.Giysiler, günlük yaşamı anlatan eşyalar ve halı_kilimlerle bu bölüm bitiyor.
Bahçede de müze; mezar taşları, küpler, kitabelerle uzun bir seyirle sizi uğurluyor.

Çok şey anlattım ama bu bolgenin tarihini düşünerek ve bu güzel müze binası keşke daha dolu dolu olsaymış.Konferans salonları ve idari bolum müzeden çok çok yer kaplıyor.Bence bu binanın tamamı müze olarak kullanılmalı ve tanıtılmalı.

Şehrin sağlı sollu caddesini , dükkanları izlerken önünüze çıkıverecek, işte saat kulesi:
2.abdulhamit in muhafizi Çorumlu Yedi-Sekiz Hasan Paşa  1894 yılında yaptırmış. Şehrin merkezinde yer alıyor ve minare şeklinde
yapılmış. Yuvarlak kemerli kapısı üzerinde,  1312 tarihli mermer kitabesi var.Şerefesine de bu kapıdan çıkılıyormuş.
Sarı renkli kesme kum taşından ve minareyi 
anımsatan kulede, sekizgen kaideden Türk üçgeni motifli ile gökyüzüne yükseliyor. Yuvarlak bedeni yakından çok köşeli.Üzeri kurşun kubbeyle örtülü ve kulenin dört bir tarafında saati  var. 
Saat kadranının üzerlerinde her yöne bakan çan sesinin uzaklardan işitilebilmesine yönelik dört adet pencere var.
Saatin çanı ise Hasan Paşa tarafından özel olarak İstanbul’dan gönderilmiş.
Şehrin merkezindeki bu güzel simge ile kaybolmadan çarşının her yeri keşfedilebilir.


10,08,2019

Datça marmaris haziran 2018

En güzel, en görsel, en dinlenceli, en özgür gezilerimden...

     Datça, derin, yeşil, mavi güzellik, Ege ile Akdeniz‘in tam da birleştiği bir noktada.Dile kolay, 253 km lik sahil şeridi ve elliiki tane koy.
Datça, eski Datça derken güzelliklere doyamayıp, ilerliyoruz. Bu kez güzel koylarında gezeceğiz, Marmaris’ten kalkıp geldik.
 Eski Datça’da çiçek kokulu sokaklar, yel değirmenleri ve güzel liman, gecesi ayrı seyirlik.
Ve doyamadığımız manzaralar, bolca yeşil ve bir o kadar maviden, tabiî ki huzurlu sessizlikte ilerliyoruz. Sessiz, sakin ve huzurlu bir tatil arayanlar için kesinlikle tavsiye edebileceğimiz bir yer Karaincir Koyu. Güzelliği, denizi ve doğası ile Bodrum’un gizli cenneti desek abartmış olmayız. Deniz tabanı ve sahili incecik altın sarısı bir kumsal.Karaincir’den ver elini biraz daha rüzgarlı bir  kesim Adaburnu.Sonra; Datça’nın en güzel koylarından biri olan Ovabükü.Burası da doğal güzelliğini koruyan turistik merkezlerden biri.  Ovabükü’ne  gelmek için Datça’dan 20 km lik bir yolu aşmak gerekiyor. Eşsiz manzaralar eşliğinde , bir dere gibi kıvrılarak devam eden bir yol. Reşadiye kavşağından Knidos yoluna saptığınızda birkaç kilometre sonra Karaköy kavşağı gelecek, burada tabelalar da bulunuyor, sola saparak yolunuza devam edeceksiniz. Mesudiye köyüne geldikten sonra da, yol, kıyıya doğru çatallaşır, sol taraf Hayıtbükü koyuna gider, buraya sapmayıp ana yoldan biraz daha devam ederseniz sola sapan yoldan Ovabükü sahiline iniyorsunuz. Hayıtbükü’nden de Ovabükü’ne gidebilirsiniz, 1 km lik bir mesafe var. Biz Ovabükünden, Hayıtbüküne yürümeyi tercih ettik. upuzun bir sahil, sahilin bir kısmı kum, bazı kısımlar çakıllı. Ovabükü’nün, arka tarafları zeytin, badem, sebze bahçeleri ile bereketli toprakları olan arazilerden oluşuyor.  1 km ileride Hayıtbükü koyu, biraz daha ileride Kurubük koyu var.Özellikle Kurubük benim favorim oldu.Akvaryum gibi ve tesis yok, kalabalık da yok.Bundandır bu kadar sevişim.Sonrasında rotamızda Palamutbükü var.Ovabüküne çok yakın, Datça merkeze ise 25 km mesafede , Datça Yarımadasının Akdenize bakan kısmında, benim üç güzeller dediğim ( Hayıtbükü , Ovabükü , Palamutbükü ) koyların sonuncusu , maviyle yeşilin kucaklaştığı bir turistik merkez. Büyük bir kısmı Yaka Köyü muhtarlığına bağlı , liman kısmı da Cumalı köyü sınırları içinde. 
 Palamutbükü Datça’nın en büyük koylarından, dolayısıyle uzun bir sahili var, sahili bazı kısımlarda kum, bazı kısımlarda yassı çakıllı. Palamutbükü’ne glenler bu denizi unutamazlar. Palamutbükü uzun bir sahil şeridine sahip, bu yol üzerinde lokantalar , çay bahçeleri , barlar bulunmakta. Hepsinin önünden denize girebiliyorsunuz. Kıyı boyunca bu işletmelerin masaları, şezlongları sıralanmakta.Ilgın ağaçlarının gölgelerini de unutmamalı. Palamutbükü limanı korunaklı bir liman, yaz ve kış birçok gezi teknesi, yatlar, kotralar bu limana uğruyor.
      Mesudiye Köyü’ne de uğradık.Bu köy az önceki koyların ana köyü.Köyün dar sokaklarında gezerken samimi yöre halkıyla sohbet edebilir, çarşıda gezebilir ve alışveriş yapabilirsiniz.
     Yine sadece deniz, güneş, yemek olamaz rotamız dedik ve Knidos Antik Kenti’ne geldik.
Tekir Burnu olarak adlandırılan yarımadanın ucunda yer alan Knidos Antik Kenti ise Datça’ya yolu düşenlerin görmesi gereken önemli antik kentlerden biri. Knidos Datça ya 33 km uzaklıkta yer alıyor. Kıvrıla kıvrıla giden uzun ama seyirlik bir yolu var.
   
Yüzyıllarca önceye dayanan varlığı, bizi 2018 yılından alıp, M.Ö 2000’li yıllara götürdü. Çok severim kentlerin eski hallerini düşlemeyi ve bugüne kalanları tamamlamayı.

        Knidos, geçmişi milattan önce 2000 yılına kadar uzanan, korunaklı limanları yani geçiş yolu üzerinde oluşuyla önemli bir liman kentiymiş. Dar bir boğazla birbirine bağlanan iki liman şeklinde, ana karaya yakın bir ada üzerine kurulu kent harika bir manzara da vaat ediyor. Yukardan limanı böyle görkemli  görmek nefes kesici.
      Dor’lar, Knidos antik kentini hem ticari hem de kültürel açıdan devrin en önemli liman şehri yapmışlar.Şehir bilim, mimarlık ve sanatta da oldukça ileri bir kent olmuş.  Eudoksus’un geliştirdiği ve dönemin büyük buluşu olan güneş saati ise antik kentteki yerini halen koruyor. Knidos, döneminde şarap ihraç eden önemli bir ticaret merkezi. Doğu Akdeniz’den Karadeniz’e ve Atina’ya kadar Knidos şarabı gitmiş. Ticaretten çok iyi paralar kazanan Knidoslular bu çok zor coğrafyada iki tiyatro, sayısız tapınak ve büyük bir agora kurmuşlar. Girişte görünen onbin kişilik tiyatronun dışında, kentin yukarı bölümünde yirmibin kişilik diğer bir tiyatro var. Bu iki tiyatronun dışında dörtbinbeşyüz kişilik bir konser salonu (Odeon), şehrin siyasi merkezi olan Akropol, mezar odaları (Nekropol) ve ünlü Aslanlı Anıt’ın temelleri günümüzde yıkıntı halinde. Turistler, Afrodit heykelini görmek için Knidos’a geliyormuş. Heykel bugüne kadar bulunamamış ama kaidesi yerinde duruyor.
  Knidos Krallığı’nın simgelerinden olan Knidos Aslanı ise yurdunda değil, İngilterede. Deniz savaşını kazanan Knidoslular, zaferin anısına bu Knidos Aslanı’nı yaptırmış ve heykel, şehrin 1.5 km doğusundaki açıktan geçen bütün gemilerin görebileceği tepeye dikilmiş.Acaba İngiltere’ye götürülmeseydi biz koruyabilecekmiydik diye düşünüyorum elimde olmadan.Çünkü restorasyon devam ediyor ama girişte o güzelim basamaklara yapılan eklemeler çok kötü olmuş.
Knidos Antik Kenti, tanımlanabilen ilk medeniyet olan Karyalılar’a ait.
Zaman içinde önce Lidya, sonrasında Pers egemenliğine giren Knidos, tarihi boyunca Atinalılardan Mısırlılara pek çok kez el değiştirmiş. 1282’de Menteşoğlu beyliğine ve 1413’te de Osmanlı hakimiyetine girmiş.

 
Günümüzde uzun bir gezi parkuru sunan kentte, Yuvarlak Tapınak, Dionysos Stoası ve Tapınağı, Apollon Tapınağı, Bolukrates Çeşmesi ve ziyaretçileri ilk karşılayan yaklaşık beş bin kapasiteli küçük tiyatrosu  başlıca kalıntılar.Bize ayrılan yolda yürüyerek, bizi yönlendiren ve nerede olduğumuzu anlatan levhalarla turumuzu tamamlıyoruz.

Haziran 2018

Ovabükü Savana Butik Otel
Karaincir, Kalina Otel
Adaburnu, Adaburnu Gölmar Otel







14 Ağustos 2019

KIBRIS 18.08.2018

       Bir zamanlar turizm ve mimarinin cenneti olan Kapalı Maraş yani Varosha, dünya starları ve zenginlerinin uğrak noktalarından birisi olmuş. Savaş çıkmadan önce dünyanın en varlıklı insanlarının uğradığı bu yere Marliyn Monroe’dan Sophia Loren’e kadar birçok ünlü isim konuk olmuş.Hatta evleri de var.
Kıbrıs halkı iç savaş ve harekat sonrasında evlerini ve dükkanlarını arkalarında bırakmak zorunda kaldı.Acaba şimdinin hayalet şehri, en parlak olduğu zamanlar nasıl görünüyordu ve hikayesi neydi?    Maraş, diğer ismiyle “hayalet şehir”, Mağusa ilçesinde ve modern mimarisi ile dünyanın en lüks turizm merkezlerinden birisiymiş.13 Ağustos 1974 yılında İkinci Kıbrıs Harekâtı ile Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından ele geçirilir ve anlaşmalar sonrası bölge yerleşim ve iskana kapatılır.   1974 öncesi Akdeniz’in en ünlü tatil merkezlerinden biri olan Maraş, Kıbrıs’ı ikiye ayıran Yeşil hat tampon bölgesinde.TSK mensupları ile orduevi yanında bulunan kız öğrenci yurdunda kalan öğrenciler dışında da içeriye giriş kapatılmış.   Yalnızca arazi değeri 100 milyar doları aştığı tahmin edilen şehrin turizm yönündeki yapılanması takriben 1960 yılında başlamış.6,5 km uzunluğundaki deniz kıyısında boydan boya uzanan Maraş’ın, 1970’lerde adanın %50 nin üzeri oranda oteli buradaymış.Yalnızca bu bölgenin otel yatak sayısı, bugünkü KKTC’deki toplam otel yatak sayısına eşit bir kapasiteye sahipti:45 otel, 60 apartman otel (toplam 10.000 üzeri yatak kapasitesi)Şehirde 3000 civarı büyüklü küçüklü ticari iş yeri, 99 eğlence merkezi, 25 müze, 24 sinema ve tiyatro, 21 banka, 2 spor tesisi bulunuyormuş.Özellikle, zamanında Maraş’ta bulunan, İngiliz Kraliyet ailesinin yaptırdığı Golden Sands Hotel, rivayete göre dünyanın ilk 7 yıldızlı oteli.Otelin içinde ulaşımı sağlayan bir de raylı sistem bulunuyormuş.Ayrıca arabayla otele girdikten sonra direkt odalara çıkmak mümkünmüş.Şehir genelinde ise 4469 ev, 143 resmi daire, 9 kilise, türbe ve mezarlık, 8 okul bulunuyor.Ve bu bölge tek başına özellikle 1973 yılında bütün Kıbrıs’ın turzim sektöründeki toplam gelirinin yarıdan çoğunu sağlıyormuş.  BM askerleri tarafından özel koruma altına alınan ve düzenli olarak bakımı yapılan üç binanın haricinde tüm binalar kaderine terk edilmiş vaziyette.Bu bölgenin geneli halen Kıbrıs Türk Evkaflarından Abdullah Paşa Vakfı, Lala Mustafa Paşa Vakfı ve Tekkelitika Vakfı’nın.
   Türkiye’nin 14 Ağustos 1974’deki 2. askeri müdahelesinden sonra Maraş, TSK ve BM askerinin haricinde sivil halka kapatılmış.Bu bölge, savaşın ve anlaşmazlıkların simgesi gibi, 39 yıldır terk edilmiş vaziyette ve kapalı duruyor.
   Şehre akşam saatlerinde ulaşılıyoruz.Sessiz ve kimseler yok gibi.Taksi ile askeri bölgeye giriyoruz.Caddelerde bir sürü girilmez yazısı ve barikat görerek ayrılan yoldan ilerliyor ve otelimize ulaşıyoruz. Film karesine girmiş gibi hissediyorum kendimi, sanki savaştayız yada savaş sonrası bir şehir.Aslında öyle de.İki büyük çok katlı bina, arada restoran, arka tarafta da alışveriş merkezleriyle sadece tek bir caddede özgürce dolaşabiliyoruz.Yapılar yıpranmış.Ancak kaldığımız binanın üst katına çıktığımızda görebiliyorum hayalet şehri.
Şehirdeki yapılar  geçen zaman içinde yağmalanmış ve uzun süre kullanılmadıklarından dolayı harabeye dönüşmüş durumda.1974 sabahından sonra, zaman donmuş ve o hiç uyumayan şehir, o günden beri askeri sessizliğe bürünmüş.   BM askerleri tarafından özel koruma altına alınan ve düzenli olarak bakımı yapılan üç binanın haricinde tüm binalar kaderine terk edilmiş vaziyette.Bazısı inşaat halinde kalmış, bazısı yıkılıyor, bazısının kapısı, penceresi çakılarak derme çatma kapatılmış, bazısının açıklıklarından iç mekanlar görülüyor.Merakım sürüyor , korkuyor gibiyim, heyecanlıyım ve yaşanmışlıkları hatırlayıp, baktığımda da toz kokan bir şehir.Bu bölgenin geneli halen Kıbrıs Türk Evkaflarından Abdullah Paşa Vakfı, Lala Mustafa Paşa Vakfı ve Tekkelitika Vakfı’nınmış.Ne kötü böylesi kaderine terkedilmişlik.
   Her şeye inat deniz bir o kadar canlı, mavi ve pırıl pırıl.Bu kadar temiz ve güzel hatta dalgasız bir deniz görmedim.Her bakışınızda dibi görünüyor.Dipte de o güzel kumundaki dalganın bıraktığı izler.Yüzmek ve kumsalda uzanmak çok zevkli.Sadece kumsal ve deniz eski günlerdeki ihtişamı sunuyor.Şans buraya gelip, içinde olmamız; hayalet şehri ve denizi keşfetmemiz. 

   Ve eski arabamız burada görev yapan arkadaşımızla Kıbrıs'a gelmiş; ne şans bu.Bize tahsis ediyor ve böylece gezimiz başlıyor.
Yine arkadaşımız sayesinde çok eski köylerden birini görme imkanımız oldu.Evler ferah, yüksek tavanlı, serin.Ortada bir salona açılan iki oda ve arka korıdorda bır oda ve mutfak.Müstakil ve bahçeli.Bizim köy evlerine hiç benzemiyor.İçinde minumum düzeyde ve oldukça eski eşyalar var, zaman durmuş gibi.Mutfak bankosu ve lavabosu mozaik betondan.Duvarda eski tabaklıklar var.İnsanların sıc
aklığı, kısa görev süreleri ve bahçeyi ekip biçmeleri ile bana sıcak gelen bir ortamdı.
       Geriye dönüyor ve Gazimağusa'dan başlıyoruz.   
           İçinde Kapalı Maraş’ın da yer aldığı Gazimağusa bir ortaçağ kenti. Etrafı surlar ile çevirili. Surların içi ise tarihi binalar ve kaleler ile dolu. Genelde kiliseleri camiye dönüştürmüşler. Bunlardan en önemlisi eski "St Nicholas Katedrali" şimdiki adıyla "Lala Mustafa Paşa Camii".Sade bir minare eklemesiyle katedral bozulmamış diyebilirim.Gotik tarzda işlemeli eşsiz bir penceresi bulunan katedralin 16'ıncı yüzyıl Venedik galerisi avluda yer almakta ve günümüzde şadırvan olarak kullanılıyor. Girişteki yuvarlak pencerelerin üzerinde bir Venedik arması var. Bazı hayvan figürleriyle süslü kabartmanın Salamis'teki bir tapınaktan geldiği sanılıyormuş. Batı cephesi çok iyi korunmuş.Caminin önündeki ağaç Cümbez ağacı imiş ve bu adadaki en yaşlı ağaç.  Lüzinyan, Venedik, Osmanlı, İngiliz dönemlerine tanıklık etmiş. Gölgesi ile harika bir katedral manzarası sunuyor.Sinan Paşa Camii diğer adıyla St. Peter ve Paul Kilisesi yani İkiz Kiliseler) de aynı güzergahta.Tüm eserler yürüyüş mesafesinde. Burası aslında 1358 yılında zengin bir tüccar tarafından St. Peter ve St. Paul’un anısına yaptırılan diğer adıyla, ikiz kiliseymiş. Osmanlıların Gazi Mağusa’yı almasından sonra 1571 yılında Camiye dönüştürülmüş. Caminin avlusunda 1730 yılında Fransa büyükelçiliği yapmış ve vefat etmiş ünlü Osmanlı diplomatı Çelebi Mehmet Efendi’nin mezarı var.
       Mağusa'nın İngilizce ismi Famagusta bir çok tabelada ve haritada karşınıza çıkıyor.
Mağusa Namık Kemal'in sürgün edildiği yer aynı zamanda. Namık Kemal Zindanı, hemen şehir merkezinde: Venedik Sarayı’nın bahçesinde yer alan eski bir zindan olan müze, 1873’de ünlü Türk şair, gazeteci, oyun yazarı, bürokrat Namık Kemal burada hapsedildiği için onun adıyla anılmış. Zindanın tek kapısı sarayın bahçesine açılıyor ve bugün müzede Namık Kemal’in oradaki günlerini anlatan bir düzenleme ile eşyalar sergilenmiş
Othello Kulesi; 14.yüzyılda Gazi Mağusa Limanı’nı korumak amacıyla Lüzinyanlar tarafından yapıltırılmış. Kulenin girişinin üstünde Aziz Mark’ın Aslanı, Nicola Foscari ve 1492 tarihini gösteren kabartmalar vardır.Merdivenlerle ulaşacağınız kule çevreyi görmek için ideal. Kule ismini Shakespeare’in ünlü eseri Othello’dan almış.
St. Barnabas (Aziz Barnabas) Manastırı , Kıbrıs Adası’nda Hıristiyanlığın yayılmasını sağlayan azizlerden biri olan Kıbrıslı St. Barnabas adına yapılan manastır, bugün muhteşem ikonlarla müze olarak hizmet veriyor.
         Bu günü de çevreyi gezmeye ayırdık.Yola düşüyoruz; önce Gazi Mağusa şehrinin 8 km kuzeyinde  yer alan antik Salamis Antik Şehri , bronz çağı sonlarına doğru Anadolu ve Yunanistan’dan Kıbrıs Adası’na göç edenler tarafından kurulmuş. Şehir, istilalar ve akınlarla harabeye dönmüş olsa da bu harabeler Salamis şehrinin geçmişte yaşadığı ihtişamı hala yansıtıyor.50’li yıllardan 70’li yıllara kadar yapılan arkeolojik çalışmalar sonucu ortaya çıkarılmış. Hepsi Roma Dönemi’ne ait olan yapılar, geç dönem surları, St. Epiphanios ve Campanopetra  Bazilikası, gymnasium, yağ değirmeni, forum, Zeus Tapınağı, hamam ve agora gibi binalardan oluşuyor. Kentte bulunan kalıntıların birçoğunun bu döneme ait olduğu biliniyor ve en eski kalıntıların tarihi MÖ 11. yüzyıla kadar uzanıyor.
Bu arada  Kıbrıs’ın en büyük bazilikası Ayia Epiphanios Bazilikasıymış.Ayrıca ; Salamis Tiyatrosu Salamis Nekropolü, Cellarga toplu mezarları ve krala ait anıt mezar Nikokreon Anıtı da antik kent sınırları içinde bulunuyor.
Sarı bir sıcak var.Taşlar, tozlar, kumlar, güneş.Her şeye rağmen bu antik şehir güzel, aralarda yapının gölgeleri dinlenmeye ve oturup bir zamanlar bu şehir diye düşlemeye yetiyor.

 Toplamda
GaziMağusa dan Zafer Burnuna dek 105 km yol katedeceğiz .Ve  uğradığımız Kantara kalesinin yolu buna dahil değil.

İşte, Kantara Kalesi’nin eteklerindeyiz. Kaleye gelince, aşağıda arabamızı park ediyoruz, kaleye çıkmak ise sadece 10 dakikamızı alıyor.Beşparmak Dağlarındaki üç kaleden biri Kantara .En doğuda ve boğaza 14 km mesafede.Tırmanış şeklinde olduğundan, dar ve virajlı yolları var.Ama manzara çok keyifli.Yolu yarım saat kadar uzattık ama değdi. Hala ayakta ve güzel bir kale. Kalede savunma yeri, asker odaları, su sarnıcı, tonozlu odalar, işaret kulesi gibi bölümleri gezdik.Restorasyon geçirmiş.Bu ıssız yerde bir görevlisi de var.Yapının pencerelerinden, teraslarından Karpaz Yarımadası’nın kuzey ve güney sahilleri ayaklarımız altında.
          Karpaz yarımadası eşekleri ile meşhurmuş. Bizim de önümüze çıktı.Öyle evcilleşmişler ki, yiyecek için kafasını arabanın camından içeri sokuverdi.Dikkat edin, yoldan da kolayca çekilmiyorlar, bundandır trafik de aksıyor ama her türlü fotoğraf çekebilirsiniz.
         Yarımadanın en uç noktasında , Dipkarpaz’da ise 18. yüzyılda yapıldığı düşünülen bir manastır, Apostolos Andreas Manastırı, yer alıyor. İsa’nın havarilerinden Apostolos Andreas’a adanan manastır,  ilgi çekici.  İnanışa göre ada su sıkıntısı çekerken Andreas gelmiş ve bastonunu vurarak şimdiki manastırın yanından su çıkarmış. Günümüzde o noktadan halen su akıyor ve dini günlerde Hristiyanlar ayin için buraya akın ediyorlar. Aynı zamanda bir adak ve dilek yeri olarak Kıbrıslı Türkler ile Kıbrıslı Rumlar tarafından kutsal sayılıyor. 15 Ağustos ile 30 Kasım tarihlerinde ziyaret edilmesi adettenmiş. Genellikle göz hastalıkları tedavi eden bir aziz olarak bilinmesine karşın, diğer hastalar ile dertlerine çare bulamayanların buraya adak adamaları halinde dileklerinin gerçekleşeceğine inanılıyormuş.Sarı taş bina  çok güzel, çevresinde restorasyon sürüyor.Kullanılıyor olması ve yaşatılması sevindirici.Burada da ünlü eşekleri görebilirsiniz.
    Yanında su kaynağı bulunan gotik nizamdaki küçük adak yeri ,şapel, manastırın en eski yapısı ve bu yapının M.S. XV. yüzyılda yapılmış olduğu tahmin ediliyor. Adak yerinin batı bitişiğindeki kiliseyse 1867 yılında Dipkarpaz’ın papazı ,Babayuannu İkonomonu tarafından inşa edilmiş. Adak yeri ile kilisenin çevresindeki manastır odaları 1912 yılından sonra değişik tarihlerde yapılmış.
           Karpaz, özellikle yüzmeye tutkunsanız eşi benzeri olmayan bir doğa harikası. İnce kumlu plajı Golden Beach Karpaz (Altın Kumsal), boydan boya uzanan sahil şeridi ve ufuk çizgisiyle birleşen deniziyle muhteşem anlar yaşatıyor.Ama benim favorim Kapalı Maraş sahili.
       Yine Karpaz’da, Kıbrıs adasının en kuzey ucu olarak konumlanan Zafer Burnu ise KKTC ve Türkiye bayraklarının birlikte dalgalandığı, dünyanın en güzel manzaralarından birine ev sahipliği yapan rüya gibi bir rota.Haritadan bildiğimiz tipik görüntüyü burada yakalıyorsunuz.
       Şimdi yine seyirlik bir yol ile kaçırdığımız görüntüler eşliğinde Kapalı Maraş’a , benim güzel denizime dönüyoruz.