27 Aralık 2007

“Kuş olmak güzel şey
Hatta bulut olmak
Ama ben memnunum insan olmaktan”
N.Hikmet

Yaşamak da bir sanat...
Kuş olmak, bulut olmak, çiçek olmak güzel.İnsanız: Yaşadığımız her anda bakmayı bilmek önemli.Bu bakış; yaratmak için de olur, yaratılana bakmak için de.Ve sanat gözüyle olursa bu bakış yeni eserlerin yaratılacağına, hoşgörü ve sevgiyi yaşayacağımıza, böylelikle barışı da bulacağımıza inanıyorum.
Hepimizin dünyaya baktığı bir ortak pencere olmalı.Bu neden sanat olmasın?
Fotoğraf, şiir, resim, tiyatro diyelim öncelikle:
Fotoğraf an'dır.
”Geçiyorken, bir aracın penceresinden görüvermiş gibi” an'ı kitlelere yaymaktır.Fotoğraf o an olmanın mutluluğudur.Fotoğraf çekmek, tüm duygular akıp giden gerçeklerle bütünleşirken nefesini tutmaktır.Tanımak,anlamak ve kavramaktır.Sürekli devinen gerçekleri kısacık anlarda düzene sokmaktır.Aklı, gözü ve yüreği aynı eksene dizmektir.Haykırmanın bir yoludur.Hatta elimizde bir makine yokken bile yaşamımızda bazı an'ların fotoğrafları asılı kalmaz mı belleğimizde?
Şiir dendi mi akan sular durmalı.
Gülden bir ırmakta yıkanmalı insan.Şiirle zamana yelken açılmalı, şiirden gömlekler giyilmeli bazen.Şiir sezgiyle var olur.Yaşam irdelenir, didiklemedik yeri bırakılmaz.Yaşamla şiir arasında bağ kurulur.İçinde kaybolduğumuz şu zamanda , yaşamı yakalamak hüner istiyor değil mi?Onca gözyaşı, kirlenmişlik, savaş açlık gibi olayların yaşandığı süreçte yaşamı sahiplenmekse kolay değil.Bazen dizelerin birleşmekteki anlam ilişkileri bizlere bırakılır.Böylece, duyumsanmış dizeler bizlere yol gösterir belki, ne dersiniz?
Resim bir tutku.
Ressamın hüneri; fotoğraf gibi yakalamak değil konuyu, modelin derisini,etini vermek değil. Onun ötesinde; tuvalin etini, derisini yaratmak, tuvalin üstünde doğan acayip bir ürperiş, nerdeyse özerk bir oluşum, ressamın kalıcı izi, somut benliği ve konuyu aşan bir bütünlük.Büyük saydığımız bütün ressamların (parmak izi kadar kişisel) bir düzeyi kaplama hüneri.Bir çeşit sürekli mucize resmin sırrı.Kendi renklerimizi, neşemizi, hüznümüzü böylece daha net görürüz belki de?
Tiyatro büyülü bir sanat.
Tiyatro denilen o büyülü sanatta nasıl kanatlanılıp uçulacağını,izleyiciyi nasıl önüne katıp sürükleyeceğini, yeryüzünün ve yaşamın yeniden keşfedilebileceğini, yeniden yaratılabileceğini öğreniyoruz.Seyirciyle kurulan ilişkiyle yaratılan o eşsiz anlarda, aslında hep insana, hep yaşama dair fısıldanır, insanın hep en derinlerine dokunulur.
Tiyatro, her oyunda gerçekle düşü, düşle fantaziyi, fanteziyle gerçeği iç içe yoğurmak. Ve tiyatro, bunu yaparken şimdiyi, bugünü de unutturmamak.Dünle bugün, bugünle yarın arasında gidip gelirken hem aklımıza, hem yüreğimize, hem de beş duyumuza seslenmek.

Yaşama sanatında biz varız.Bizim ilişkilerimiz, bizim yaratılarımız var.
Öyleyse sanat da biziz.

19 Aralık 2007


http://www.youtube.com/watch?v=_b-MJ-bxqks




Dağ suları kadar coşkun bir dere.
Maviydim İzmirdim.
Martı çığlıklarına karışan sesim,sabrım.
Dağlarında telaş yok, hep yeşil, hep ağaç.
Maviyim İzmirim.
Çiçekler gibi açar insan gözlerini.
Özlemler sulanır.
Deniz kokusuna tutunup gidersin.
Rüzgarında üşünmez İzmir'in ama güneşinde yanılır işte.
Kımıl kımıl kalabalık yorar Konak'ta.
Kemeraltı' nın dokusunda çocukluğunu bulursun.
Alsancak'ta incidir eski evler
Karşıyaka'da bir huzur alırsın.
Sen
Seksek oynadın mı İzmir sokaklarında.
Yıldız yıldız yanan körfeze uyandın mı hiç
Sakız evlerinin arasından asansörle İzmir keyfi yaptın mı
Denizin rüzgarında gözyaşlarını kuruttun mu
Bir uçurtmanın heyecanına kaptırdın mı yüreğini, şimdi düşecek gibi
Saat kulesinde güvercinlerle uçurdun mu gözlerini
Akşamları telaşlı adımların arasına karıştı mı ayakların
yada sabahı yakalamaya çalıştın mı aynı adımlarla
Yağmurunda su oldun mu
Ya vapurunda deniz, martısında kanat
Gevreğinde sıcak, çiğdeminde tuz
Smyrna'dan rüzgar, Kadifekale'den kuşbakışı Ege mavisi aldın mı
Agora'da bir sütuna yaslandın mı
Kemeraltının arasta kemerlerini dizdin mi belleğine
Kızlarağasında sade kahve-lokum tadını aldın mı
Hisar Caminin ezanı karıştı mı içine
Sinagoglar, kiliseler ikonlarına ve ilahilerine aldı mı seni
Kordonboyu seyrine düştü mü efelerin

seyduna...

Seyduna rüzgar ol
yaz sıcağı papatya tarlasına
kış soğuğu kardelenlere
yaşamı ver ilkyaza
bir gül
iki duvar arası
açtı açamayacak
Şahrud türkünü dinle Seyduna'dan
bak gökyüzüne
gelecek Şahmeran...

29 Kasım 2007

24 kasım

Aydınlar kolay yetişmiyor, aydınlıklarını sunmaya...
Aydınlık ağaçları bize birer yaprak,çiçek, meyve, gölge, ışık, rüzgar, yağmur...
Yeni beyinlere kan, can, ruh, bilgi, emek.Sevincimiz ve umudumuz onlar yeni neslimiz için. “Aydınlık bize vız gelir” diyenlere karşı ortak sesimiz: Öğretmenlerimiz
Birgün değil size seslenişimiz ama bu gün bir simge: Öğretmenler Gününüz kutlu olsun.

Ruhi Su için, Ali Yüce' nin bu şiir ama onun kimliğinde tüm öğretmenlere:

İki genç geldi, imza gününe
biri oğlan, biri kız
gencecik iki genç
çiçekli iki dal gibi
eğildi iki genç
sesini öpecektik olmadı
elini öpmeye geldik dediler
en güleç yüzleriyle
gülümsedi,konuştu en yumuşak sesiyle
olmaz çocuklar dedi
ne elimi öpülmeye alıştırın
ne siz alışın el öpmeye
türküler imzaladı onlara
sevdalar imzaladı
evcil bir ateşle
yüreğini imzaladı
çağını imzaladı
kucaklayıp öptü onları
en yiğit yerlerinden
sevin dedi
insanı sevin, hayvanı sevin
taşı sevin ki yumuşasın taş
ağacı sevin ki çiçek açsın
otu sevin, böceği sevin
sevin de çocuklar
neyi severseniz sevin
kucakladı sazını
dünyayı kucaklar gibi
tepeler yüce dağ oldu
göller çalkantılı deniz
türküler yüklü gemimize siz de binin isterseniz
biri kerem
biri aslı iki genç
yürüyerek gelmişlerdi
bu öğretiye
uça uça gittiler

20 Kasım 2007

Bulutlar da yolcu benimle, hatta güneş.Bir avuç bahar istemiştim güz hüznünü kapatacak, güneşim oldu.Fırından yeni çıkmış bir ekmeğin köşesi kadar sıcak.

Kadınlar kara gözleriyle acıya bakıyorlar.Yağmur altında ölümün yüzü.Konuşacak birşey yok aslında...

Hala ısınmaya çalışıyor yüreğim.Güneşe durdu yağmur.Yeni bir gök başladı. Çiçeğe güldü toprak.Kır çiçeklerine inanılır şimdi.Mor çiçekteki çiğe de.

Acının çeyizini işleyen kızlar, ellerini ateşe tutuyor.Nakışlarda ölümün yüzü. Yazacak birşey yok aslında.

Gözlerimde düş artıkları, sesimde masal uzaklığı...

10 Kasım 2007

kıskanç

dalgalar boyumca
karşı kıyı hafif sisli
ışıklar deliyor yine de sisi
kimbilir belki rüzgardır kıskanan denizi

22 Ekim 2007

vurdu sapan,
an'lara saptı...

20 Ekim 2007

Taşlaşmış bir dünya
taşlamış insanlar
taşla baş
taş
baş

Uz

Kendimizi ifade ettiğimizi düşünürüz
nerededir kendim izi?
Aslının kaçta kaçıdır görünen
aslı kim?
Belki içimizden biridir
içim izden gitmekten yorgun oysa
biliyoruzdur, ama yine de
biliyor Uz...

11 Ekim 2007

YAŞAMA KURŞUN...öncesi ve sonrası!

Beyaz, soğuk bir acı örttü şehri
her yer beyaza kesti
kırmızı bir leke kaldı, üstünde de yürekler
koparıldılar sonra, zorla
Beyaz, soğuk bir acı.
kardelenleri mi beklemeli artık bir ses, bir nefes için...
Beyaz , soğuk
yaşam bir masal mı, bir varmış bir yokmuşa indirgeniveren
Beyaz
yaşamın bittiği yerdeyiz
yüreğe kurşun gibi oturmuş yokluk
sarılmaz, geçmez bu yara
sargıyla, ilaçla
uykusuz şimdi acılar
7 Ekim

03 Ekim 2007

okyanus

Dışardaki yağmur
bir damlayla deniz
dışardaki yeşil
bir damlayla ağaç
bana düşünce okyanus
evet yağmura göre
uyanıyorum
bir düş eksilmiş düşüncemde

02 Ekim 2007

pencere

Pencereden giren güneş
odayı sıcak hayallere sürükler.
Pencerenin önündesin
ama dşarıya çok uzak.

de-ne-me

Yan-dım
yana yana yarılandım...

28 Eylül 2007

de-ne-me

Hayra yorulmalı şeytan yeri ağardığında
yazma bağlama dedim usa usulca
kalsın gündüz haliyle...
,,,,,

Hayra yorulmalı şey / tan yeri ağardığında
yaz - ma bağlama dedim usa usulca
kalsın gün / düz haliyle

26 Eylül 2007

Güneş kırıkları değdi suya
Yüreğe saplansın diye
Gündüz vakti
Yakamozlar yerine...

14 Ağustos 2007

Ay önde
sis arkada
yaylada.
Sis elini uzattığında
Kito'da
dokur dalgaları,ard arda
ateşten top düştüğünde dalgalara
ortalık boyanır turuncuya.
Yeşil yol
göle düşünce
dağlar göle, balıklar göğe
biz çiçeğe, göle, azığa
dere taşa, taş bağrıma
Koçira düşünce yüreğe
uyyy Karadenizin yeşili, çiçeği, sisi, insanı..
Do türkü çağırır yankıya
Ka bezenir çiçeğe
bir kuş havalanır sise
derenin çağrısı vadiye
çisenin dökülmesi renge
Kito olmak, Koçira doğmak
gönüller 22. harfte...

Gito,09/08/2007

Gito ve Koçira..



Görmediğimi bulduğumdan Gito, gördüğümün başkalığından Gito.
Bir ay eksilmeye başlamış, sisler arası, yıldızlar ulaşılmaz.
Bulutlar arası yeşil; yeşil arası çiçek, çiçek arası ceylan, ceylan arası uzak, uzak arası ben.

Ablaya özlem, özlemde tüm kadınlar, kadına Koçira.*
*
Sis geliyor, yığınlar halinde; önde ürkek bir bulut parçası.Vadiyi, ormanı, dağı, taşı, karşıki yaylaları bembeyazlıyor.Uçsuz bucaksız, coşkun dalgalı bir denize dönüşüyor heryer...Kollarımı çırpsam bir kuş gibi, acaba uçar mıyım, sonsuzluğuna?
Bulut denizine güneş batıyor.Işığa kesti bulutlar; beyaz, sarı,mavi, pembe, turuncu yaşanmamışçasına bir zamanlar...
Bu yeşil ülkede; ot seni, çiçek, bulut, sis, dere, çağıltı, çise, taş seni, toprak, kuş, böcek, göl, grup, yıldız, dağ seni : Karadeniz' i...
Gito' nun çekiminde, düşüyorsun yollara.Yollar çiçekli, düşlü ya; düşünmüyorsun neyse-nasılsa.Görsel şölenden başın dönmüş, bir nefes ve bir çarpıntı olmuş sessin, yitmişsin.

Dost eller, yüzler, tulum olmuş türküler, horon olmuş adımlar, çiçek olmuş can'lar.


Bir bulut elini uzattı bu sabah penceremden, güneş içimi ısıttı, yeşil gel dedi. Aldık yolları, aştık tepeleri.Derelerin sesini içledik; sisin, bulutun eşliğinde.İçtik, türkü olduk, çağladık.
Böylesi renkler olamaz çiçeklerde, böyle turuncu açmaz hiçbir gelincik.Böyle bakılmaz yeşile göz alabildiğine, böyle ıslatmaz hiçbir çise.


Bu kadar göl olur mu, hangisinde yunsak? Gözümdeki göl, sığ ve berrak önce. Ötede
sise dokunuyorsun, sonsuzluk.Ve yanılıyorsun, bir dağ düşüyor göle; karlı, kayak.

Bu diyarda bütünü ancak hayal edebiliyorsun.Kırmızı pullu alabalıksın, mor çiçeksin, gelinciksin nazlı, gölsün, sazsın-sözsün, deresin, çağıltısın,ağaçsın ulu, çaysın sıcak, dostsun demli, yosunsun sımsıkı, aaaa bakıyorum da, Gito olmuşum, olmuşuz.


Sis çöküyor durmaksızın, saatler geçiyor , anlamaksızın.Yollardayız, yoldaşız.

Hadi bir dere, bir çağıltıyla yarışalım dedi, dostlar.Meydan okuyalım demekti, daha çok.Ha bu derenun tersune, taştan,kayadan, yosundan, ıslaktan, elden, çiçekten, daldan ; uzağa, yükseğe konduk.Baktık dereyle yarışmak, ona erişmek olmaz: Ona el veren, göğüs geren orman olmak var, hadi.Biz hep olalım emi?

Ormanda yol yok mu, olsun, tutunacak dal çok desem de, canlar elele doğanın geçit vermediği yerde.

Güle, söyleye, dallara, dikenlere, ama ille de ellere, heyecanlara, hoş çığlıklara, çiğe, varsa toprağa, ayaklara; uçarak kavuştuk bir yola.
Bu kadar mı sevilir, bu kadar mı kucaklanır, bu kadar mı ayak basamaz olunur ; selam olsun dostlara.

Serhan ve Halit Öğretmene, sevgiyle.. Gito,07-11/08/2007


*"Anbarlinun deresi akıyor vira vira


Dağdan geturdum bir yük ,astum oni zencira


Ben çobanluk ederdum Adliyede koçira.."


Koçira sözünün açılımı olan dedesinin şiiriyle, Serhan Öğretmenimin iki canı anısına...


Koçira:Evi bekleyen, düzenleyen, sahiplenen, tutumlu kadın

02 Ağustos 2007

yağmur böyle başlar içimde

yağmur böyle başlar içimde
yıldızları söylüyorsun ya gecede
kaydı bak biri
dileklerimizmiş aşağı çeken
öyle mi
yağmur böyle başlar içimde
Hiç bu kadar uzun olmamıştı bekleyişlerim.Hiç bu kadar hüznü örmemişti yüreğim.Bunca kapı kapanmamıştı yüreğime üst üste.
Ve sonra hiç bitmeyecekmiş gibi süren bu bekleyiş, bitti.Seni getirdiler.Seni öyle görünce içerimde bir yerlerde beni sıkan cendere daha da sıkıştı.Seni öyle görmek, acıların en dayanılmazı oldu bana.Sevinmeliydim belki; artık iyiydin, daha da iyi olacaktın çünkü.Ama seni öyle çaresiz, öyle beyaz, öyle herşeye teslim olmuş görünce; içimde kanayan yara daha da açıldı sanki.Yatağa yatırdılar seni.İşte o zaman canını yakmışlar gibi oldu yüzün.Ben neden bu kadar dayanıksızım, sevdiklerimde, neden bu kadar...Tek bir yanıtı olmalı gerçi...
Hemen yanına attım kendimi.Yanında olduğumu bilmeni istedim, elini tutarken.Sıktım avuçlarımda: Sevgimi, umudumu, bekleyişlerimi sana anlatmak, sana da geçirmek ister gibi.Biliyordun ne kadar üzüldüğümü, bırakıverdiğimi kendimi.Aralanır gibi oldu gözlerin, gülümseyiverdi dudakların; artık üzülmemeliydim, sen iyiydin.Kimbilir belki de bana öyle geldi?Diğer koluna bakmak istemiyordum, ondan geçtim bu yanına.
Seni seyrettim gözlerimi hiç üzerinden ayırmadan, belki de hiç kırpmadan.Hiç bir anını kaçırmak istemiyordum, hiç bir anını bu hüznün.Gözlerini açınca yalnız ben gör istiyordum, bencilce.Yalnız beni gör.Sense suskun, hiçbir şeyden habersiz gibi, öylece yatıyordun.Sahi herşeyden habersiz miydin?Gözlerini bir an önce aç istiyordum.Aç ki, kapalı görmeye iç alışmadığım güzel gözlerinle bana bak.Aç ki, neler hissettiğini söyle bana:Nerelere gittiğini.Aç ki, ben de sana göstereyim, anlatayım:Seni ne çok sevdiğimi, sevildiğini...
Haziran 93

30 Temmuz 2007

İyiki...

Gecenin karanlığında
ayın ona inadında
uçurtmamla şımartılmış
bir gökyüzü vardı dün gece...

Çocuksuluğumun kıpırtılı neşesiyle
bu gece
uçurtmamla yarışabilirim...

Bir zaman:
Kapısız dört duvar arasında
açarken güller
yine bir ay vardı hilal
bazense dolunay gecede...

Yoğun ,alabildiğine ve
çalafırça boyadığımda tuvalimi
tuval maviye kesti.
koccaman kanatlı
bembeyaz kuşlarla
bir denize
bir güneşe uçtum.
Yağmura kızdım
zamansız yağışına.

Ama sonra
daha mavi bir deniz
daha mavi bir gökyüzü
dudağımda bir ıslık...
İyiki...
28/07/2007

19 Temmuz 2007

sevgiliyorum...

Hiç bir bağ böyle önemli bir iz bırakmamıştır...Hiç bir özlem, hiçbir sevi, hiçbir güzellik, hiçbir tat, hiçbir acı hatta...
Yüreklerinizi, düşüncenizi, sevginizi, insanlığınızı, doğrunuzu, güzelliğinizi bizden yana; ama herkesten yana koymayı bilenlerim.Almadan vermek size özgü.İnsanlar insanı, dostlar dostu annem babam, bir tanelerim.
Sizinle içimde ve dışımda denizler sakin, sizinle seviler, aydınlıklar önümde gider, sizinle güzellikler.Sizlerle başladım, sizden geldim yaşama ve çaldınız yüreğimi.
Aile içinde dostluk ve arkadaşlık varsa, mutlu olmayı öğrenirmiş insan.Ben mutlu olmayı öğrendim.Daha daha mutlu, güzel günler göreceğiz hepbirlikte.Kuşkum yok, kuşkunuz olmasın.
Sizlere içimdeki daha nice sevileri sözcüklerle yakalayarak vermek isterdim ama böylesi bir sevgiyi salt sözcüklerle yakalamak imkansız.Ve sonsuz bile yeterince uzun değil.
Sizleri güneşli ve mutlu günlerimiz için sevgiliyorum.
1995 mayıs

16 Temmuz 2007

yaşam üstüne renklerdeyim...

Yaşadın mı, büyük yaşayacaksın
Irmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına
Çünkü, ömür dediğimiz şey
Hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat sunulmuş bir armağandır insana…
Ataol Behramoğlu.
Bu dizelerle çıktım yola…Evet, dünyaya gelebilmiş olmak bile yeter, yaşamı sevinçle karşılamak için. Sevinçler masmavi…
Yaşamız hepimiz, birer renk’iz.Ve işte yine Aralık, bir türlü bastıramıyorum içimdeki rengi. Bir çift sözüm olsun yaşam üstüne; dillensin, yüreğimde kalmasın.
Yaşam yemyeşil…
Yaşam cömertlik istiyor.Varlığı güneşe benziyor, her şeye rağmen.İlla siyah, illa beyaz olmasın yaşam.İçinde ara tonlar, yepyeni renkler var.Bulmaksa zor değil.Sevgiyle örülmeli renkler.
Sevgiler bembeyaz…
Ve anımsayalım: “Bir tek gülücük anlatmaya yeter, insan olmanın musikisini” diyen Aragon’u.
Gülücükler pespembe…
Bütün duyarsızlıklar ve duyarsız alışkanlıklar içimizdeki sevginin, aydınlığın, renklerin yok edilmesiyle başladı.
İçimizdeki sevgi ve aydınlığı, yarına olan umudu hiç tüketmeyelim.
Sevgilerin, mutlulukların çokluğunu, kederlerin azlığını dileyelim.Tohumun coşkusunu, denizin dalgalarıyla yolladığı maviliği, gökyüzünün beyaz bulutunu, yağmurların sesini, gecenin gündüze varışını, umudun saklımızdalığını, bütün şarkıların-sevgilerin bizeliğini, düşlerin-gülüşlerin pembeliğini, rüzgarın özgürlüğünü duyalım.
Yeşile ve maviye boyayalım dünyayı.
Mor renge şiir yazan bir ressamımız vardı bizim, Bedri Rahmi Eyüboğlu…
Yeni renkler bulmak için, yepyeni malzeme kullanmanın şart olmadığına inananlardandı o.
1958 Brüksel Sergisi’ne katıldığında Meksika Pavyonu’nun kapısı üstünde kocaman bir pano görür, Bedri Rahmi...İri cam parçaları, çakıl taşları ve bakır parçaları arasında, on santimetreye on santimetrelik koyu mor bir kare dikkatini çeker.
İnsan boyundan bir iskemle yüksekteki zifiri mor, ne cama benzer, ne pişmiş toprağa, ne emayeli bir madene.
Bedri Rahmi, bir sabah erkenden kapıcının iskemlesine basıp, koyu moru eliyle yoklar ve görür ki; eşine hiçbir yerde rastlamadığı bu mor, bildiğimiz kok kömüründen başka bir şey değildir.
İçinden “helal olsun” der Bedri Rahmi ve yeni renkler bulmak için, yeni malzeme kullanmanın şart olmadığı yargısına orada varır.
Evet, yeni renkler bulmak için, önce elimizdekilerin değerini bilelim yitirmeden.Ve yeni renkler ekleyelim yaşamımıza.Çığlığa dönüşsün seviler, sevinçler...

12 Temmuz 2007

eller...

Eller, ille de eller diyor, Abidin Dino : "Dört ayaklı bir yaratık olan atın gözlerine dikkatle baktınız mı?Parmaksız bacaklarının küt uçları, ne verecek ne de birşey alacak durumda. Böylece at ne resim yapabilir, ne de dokunabilir.Gözlerinin sonsuz kederi işte bu yüzden!"
Abidin Dino gibi, bir atta da o sonsuz kederi gözleyebilirsek eğer, ellerimizle yarattığımız güzelliklerin de farkına varabiliriz belki, sonra belki gözlerimizle gördüklerimizin de...

11 Temmuz 2007

belki...

dilimin ucunda
bir arkadaş adı
ve gökyüzü genişliği
hani uçurtmamın ipleri ?
sevgiler çitlenbik'e değdi...

09 Temmuz 2007

bilmece-bildirmece...

maral, yeşiller içinde mavi bir düş
maral mırıl mırıl bir ilahe
maral ince uzun bir yolda
maral çok uzak yakınlarda
maral hala aklımızda...

gibi...

herhangi bir gün gibi
günü değiştiren kişiler ve yaşananlar gibi
sadece denize daha yakın gibi
gözünü kapatınca herşey aynı gibi..

06 Temmuz 2007

özlem...

"özlem ki, bir başkasının yokluğuna olan tutkunluksa, bir yerde hep aynı şeyi özlüyoruz " demiş bir yazar.
ama benim özlemim başka diyenlere;
özlem hep olsun, özlenenler hep bulunsun derim ben..
yaşamı güçlü kılar, umudu sağlam tutar, beklemeye değer..
özlem ki,öz den gelen..
candan duyulan..
ama gözden ırak olsun yine de...
hep ikilemlerdir ya payımıza düşen
özlem de böyle
kavuşmak olmasaydı özlem de bu kadar özlenmezdi
degil mi?

turuncu

güneş giderken,
sanki gitmek istemez gibi,
sanki giderken iz bırakmak ister gibi
karşı kıyının pencerelerini turuncuya kesti..
tek pencere maviydi...

04 Temmuz 2007

...


...


...


...


...


gelincik tarlası...


canlar yandı...

"Yananı allah görürmüş!pekiiii, yakanı görmez mi şu devlet, eline kibriti bu devllet vermiş, ustunde "vasati 40 aydın" yazmakta..." dıyor cıhan demırcı..
Bir su içsem, yaralarımdan dokulur, sıvas deyınce dıyorum ben de...ve neren yaralıysa zayıf olan o yerin...yuregım acıyor, gozlerımden dokulenler sondurur mu alevlerı, bılmıyorum...türkülerde canlar yanıyor hala, canım acıyor, sıvas'ta vurgun yedık ...bırer beyaz kuş olup havalandı canlar, canım yanıyor,canlar yanıyor...

03 Temmuz 2007

...


...



güllerin bana dönük olmadığı günler vardır
ve güllerin bana gülmediği günler...

...


...


...


...


02 Temmuz 2007

gecem..


galatam


kız kulem



"istanbul deyince aklıma kuleler gelir
ne zaman birinin resmini yapsam öteki kıskanır
ama şu kız kulesinin aklı olsa
galata kulesine varır
bir sürü çocukları olur..."
B.Rahmi Eyüboğlu

evler 3


evler 2


BERGAMA - evler 1 -


atam


27 Haziran 2007

taş

sabır, zaman, mazi,
sesler, yüzler,
acılar, mutluluklar
taşların dilinde konuşuyor.
kim söyleyebilir,
o zamanlar olmadığımızı?
gökyüzleri dar geldi,
bacalara sığındık.
kuşlara dokundu yüreklerimiz
gecede ay ne ise...
taşım düşümde kal...
düşüm herşeyse...

21 Haziran 2007

hüzün...

Acıların sessiz, sözsüz kuşlarını bıraktın
Şarkılarımıza, günlerimize
Ağlamamızı istemezdin
İçimize akıttık yaşlarımızı
Çünkü bir bahar günü ağlanmazdı...
Bir nisan'ın şakası senindi
Olmasın bir nisan'lar...
Gidişin yakışmadı,
Bir yanım hep "Oya" şimdi...
01/04/2005


Gonca yüklü dallarına ayaz erken vurdu.Kolu-kanadı kırıldı sevenlerinin. Gölgeler düştü, kapılar kapandı, her yer karanlık.
Onu çok arıyoruz.Her yerde ağır yanık sızıları.Bir yerlere yıldırım düşürüyoruz. Hiç bir an tek başına değil.Her an birlikte, her şey onla ilgili.
Yokluğunun tel duvarına takılıp kanıyor yürekler.Çaresizlik, yalnızlık, bildik ayak sesleri.

İçgeçirmeden, bağırmadan, ağlamadan
ağladık
seslerde karanfiller açtı
aldın mı
ve kucaklayabıldığımızce sevgi
getirip koyduk toprağına
aldın mı

Çok şey vardı,yaşamın getireceği, dönmedin.Şimdi sesler ve görüntüler bulanik.
Hala içimizde o ateş.Bir yanımız kalabalık, bir yanımız hep yalnız kaldı.
Seni çok arıyoruz Abim...
Seni çok arıyoruz...
Seni çok...
Seni...
01/07/1997



giz...

Dışardaki taştan örtü
bir damlayla
periler diyarı...

ileti...

Yeni yıldı üstümüze yağan geceden...
Ihlara'nın huzuru, karların sesi, ırmağın ısrarı, özlemler...
Bu huzurdan, beyaz örtüden ama bir o kadar da güneşten yolluyorum, aldın mı?

01/01/2007

18 Haziran 2007

şarabın öyküsünden...

"Saat 12.00 den sonra
Bütün içkiler
Şaraptır"
Diyor, Cemal Süreyya...
"Üzüm kokusunu duymuyor musun, bağ bozumunu bekleme" diyordu, okuduğum bir fanzinde.Ama ne güzel bir gündü.
Üzümler, asmalar,bağlar çekti bizi bir Pazar sabahı.Üzümle başlayan bir kahvaltı, üzüm gibi bakan gözler ve bağbozumu...
Salkımlar ellerimizi doldururken, öğle geldi çattı.Eskılerden bir esintiydi.Çocukluk gibi...
Korkuluklarım nerde?Yaprak olduk, asma olduk, çiçeğe durduk, üzüme erdik, toplandık, şaraba döndük.
Dostlarla şarap bir başka güzeldi.Çınar yaprakları arasında, gökyüzü ve güneş parçaları dolandı durdu, sohbetin arasında.
Uçmak yürek işi, anı güzel, yaşamak deniz, gülüşler mavi....
10/09/2006

adsız...

öyle şiirsel ki
yüreğinin dili
adsız
insancıl
doğrucul
güçlü şeyler
ve hep
adsızlığa dair
yenişeyler bulunacak...

av...


Üşümüş kuş sesleri sarkacak mı çatıdan?
Uykularından incecik bir vapur geçecek.
Belki İzmir'in düşecek aklına?
Sonra bir av düşecek yüreğine ansızın.Yorgun bacakları, uzun boynuzlarıyla salınan; buydu beklediğin anımsa...
Kuşlara dokunacak yüreğin, öyle çarpacak.Bir gök, çokça yer buluşacak.
Ve bir yaşam, bir coşku, bir dinlence üfleyecek sana ; kendi yitip giderken...
Herşeye rağmen, çıkmasa da karşına- buna en çok ben sevinirim neden bilirsin-:Bir umut var ya, bu umut, bu sevgi, bu coşku var ya yüreğinde, tüm yaşadıklarına değecek anımsa...

15 Haziran 2007

Yeşilin eşsiz yazı...

Sonsuzluğun rengi, mavi olmalı, yaşamın tadı ise dostlarla içilen çay…

Ebruli bir rüzgara kapılıp, yollara düşmek…İçim sabırsız, düşümde yağmurlar, derken;
Karis Kalaki, Karsak, Kars, karlar, kar…
Aylardan Temmuz, kar yok ama; Ani var, büyülendiğim mimarı var. Kare kare taşlar, kara evler. Kara ama güzelliğiyle bir o kadar ak. Dışardan kale gibi, içerde peç’lerle sıcak, yüksek tavanlarla ulaşılmaz.
Taş taş üstüne, düş göç üstüne, el can üstüne…
Hani Ani derken, göz alabildiğine karşımda. Ayakta kalabilmiş kiliseleri, camisi, hamam, ev ve dükkanları, bezirhaneleriyle Ani... Arpaçay akarak, Ermenistan sınırını oluşturmuş. İpek Yolu Köprüsü, sadece iki yakada kalmış ayaklarıyla eski günlerini özlüyor gibi: Arpaçay’a mı dökülüyor gözyaşları, ondan mı böyle akıyor Arpaçay?
Kilisenin freskleriyle, ilahileri duydum sanki; serin ve huzurlu. Esen rüzgarda, adımlarım yeşilin arasında sürüklerken beni, gözlerimi kapadım. Rüzgarın her değişinde, bu bir zamanların kocaman şehrinde, eksik taşları tamamladım. Hani derken, işte Ani! Kimler yaşamış, kimler neleri düşlemiş? Ermenilerin tarihi dinamitleyen taş ocakları da olmasaydı! Bir gün hani Ani dediğimizde, yok denmese bari. Ben Ani’yle uyudum, ya siz?
Birazdan sabah olacak, hadi güne hazırlan düşüm…
Çıldır Gölü’ne uyanmak.. Çıldır, Akçakale Adası’yla donunca ne görkemlidir kimbilir? Kuşlar, kuşlar…
Sonsuzluğun rengi, mavi olmalı, yaşamın tadı ise dostlarla içilen çay…
Borçka Karagöl’ de tam bir “İçindeymişik, yeşilmişik, sazmışık” Yeşile ve maviye doymak, yemeğe acıkmak ve göl içi bir şölen…
Beden yeşile kesti, bizler çiçek açtık, yaşamak büyüdü, tatile yakıştı…Bazen iki damla yağmur, bazen çisil çisil. En güzel yeşil bizim gördüğümüz..
İşte Macahel köylerinden Camili..Karşı yaka Gürcistan. Yamaçların çiçekleri ahşap evler, yeşillerin içinde sıcacık, dumanları tütüyor. Bahçede yanan ateşten, akordeonun güzel sesinden, adımların uyumundan, odalara açıldık; şömineli baş odada uyuduk, köşk odayı ve karşısındakini çiftlere verdik. Ahşap kokan, ahşap yığma evler. Evleri çevreleyen balkondan yeşili duyuyorum, bir parça gökyüzü düşmüş, görüyorum.
İçimde yeşilde olmak isteyen bir çocuk…
Çok yorgunum, çok yeşilim, beni bekleme kaptan” diyecekken, vazgeçip, horonlar tepmek.Bir kelebek gibiydi Macahel, peşinde koştukça kaçtı, peşinden bizi farklı güzelliklere sürükledi. Hiç beklemediğim anda omzuma dokundu, uyandım…
Maral, Maral’ım diyerek düştük yollara. Yeşil mi yeşil, ağaç mı ağaç, çiçek mi çiçek mis kokular arasında, dostlar ve kuş cıvıltılarında, su sesleri. Yolumuzu bölen dereler kendisiyle yarışır gibi. Hiçbir şeyi düşünmemek bir Ladinin gölgesinde. Yürümek, yürümek; dost omuz başlarını yanında duyup, sohbetle, gülerek, yeşile dokunarak, dereleri içine çekerek yürümek.. Ve Maral’la karşılaşmak! O mu heyecanla çağlıyor, ben mi? Su olup akmak, balık olup yıkanmak…

“Ortak olmak her sevince, her derde, kedere; ve yürümek beraberce elele” diyerek Gorgit’ e tırmanmak, tırmanmak, tırmanmak.. Dönüp baktığında güzellikten başının dönmesi. ”Hişt hişt “ diyen bir sesin sizi Gorgit’e çağırması.Yağmur yüklü bir bulutum...
Bembeyazlar dağlara kavuşunca, bulut yağmur olup ağlıyor. Ağaçlar bulutların gözyaşlarını kucaklamak için; yaprak yaprak, yeşil yeşil olmalı?Kekik kokuyoruz, nefes nefese…

Anıt ağaçlar, ıslak yeşiller, tahta köprüler, cıvıltı dereler, su yolları, dağ gülleri, mor, pembe, sarı, beyaz çiçekler. Hemen önünde kollarını alabildiğine açıp, beyaz bir sise kendini atıverme isteği; sonsuzluğu yakalamak!
Elimi uzatsam Gürcistan, kanadımı açsam Camili. Yeşili, suyu, yaprağı, dalı, çiçeği, dost sohbetlerini içine çekip Gorgit’i yaşamak. Dönüş yolu, yol yok. Geçit vermiyor dağ, taş, ağaç, yaprak. Derken bir Kızılağaç bizim için mi eğilmiş yerlere? Dal verdi, el verdi, beden oldu. Heyecan, kalp çarpıntısı, ince bir çiğ, dost eller ve yol. Bir kez daha yaşamı kucaklamak.
Yorgun gülümsedim. O zaman yeşil saçıldı her yanıma, üstüme sisler düştü. Dokundum maviydi.
Çok merak ediyorum, kendimi yitirdim buralardaki güzellikte; hey arkadaşlar gördünüz mü? Rüzgarlara sordum, yağmurun sessizliğine, derelerin coşkusuna, ağaçların ululuğuna… Ve gökyüzünü çektim üzerime.
Gülüm, güneşim, yağmurum, ağacım, yaprağım, suyum, sohbetim derken Bulutlu Şelalesi, bir buluttan döküldü. Başımı kaldırdıkça büyüdü,büyüdü…
Mıhlama, laz böreği, kara lahana sarması, kaymak, tereyağ, bal, fasulye, mısır ekmeği, alabalık ve canımmm çay…
Ayder’de tulum sesi, kuzine. Yokuşta, çimlerde koşmak, bir bulutta durmak…
Bekleme dedim telefonlara, ben yeşili bulmaya geldim…
Sümela Manastırı bir düş müydü?Bir tanrıça gibi, metrelerce yüksekte Ziganalara yaslanmış. Bir Manastır bu kadar ulu, bu kadar ulaşılmaz, bu kadar gizemli olabilir. ”Stou mela” denirmiş, Panagia ikonundan dilekte bulunulduğunda. Stou Mela, olmuş Sümela. Kayalarda, kuş uçmaz, kervan geçmez, bir dağ manastırı bulutlarla yarışıyor.
Kars, Ardahan, Kafkasor Yaylası, Artvin, Borçka Karagöl, Hopa, Macahel, Maral Şelalesi, Gorgit-Efeler Tabiatı koruma alanı, Çamlıhemşin, Ayder Yaylası, Kaçkarlar, Kavron Yaylası, Ovit Dağları ve Buzul gölü, Manle Şelalesi, Rize, Anzer Vadisi, Zarha Dağı, Sürmene, Trabzon, Maçka, İkizdere Yaylası, Sümela Manastırı, Santa Harabeleri ve alabildiğine bir yağmur ve yol...
Daha mavi bir deniz ve dere, daha çok gökyüzü ve bulut, daha yeşil bir ağaç ve orman, daha coşkun bir şelaleydi ve daha çok bir sevdaydı, Doğu Karadeniz. Hani, o doyamadığımız…
Dostlar, şimdilerde biraz uzaklaştık sadece. Başka ne değişti ki, başka bir turda gönüller bir. Yeniden buluşmak üzere, sevgiyle..


Temmuz ,2006

Su için (de) : ALLIONAI **







SU İÇİN ( DE ) : ALLIONAI * * ...
İS 2.yüzyılda yaşamış Aristides, Kutsal Sözler adlı eserinde, Pergamon’a 23-25 km. uzaklıkta olan Allionai ‘da şifa bulduğunu anlatır. Anlatır ama, tarihin iz düştüğü Allionai nerededir?Nerede gizlenmektedir?
Bir serptik, bin verdi.Çiçek verdi, meyve verdi, aş verdi; kara toprak.Bugün de yüzyıllardır gizlediği Allionai’yi veriyor gün ışığına.Bir kenti yüzyıllardır özlediği insanlarla buluşturuyor.Bizler ne kadar kucak açabileceğiz ona?
Orada bir tarih yaşıyor.Bu nefes, esen rüzgarla yüzünüzde.Yarım tonozlu geçit öyle gizemli ki, kendimi bir zaman tünelinden geçmiş gibi hissediyorum.
Geniş ve uzun caddeyi, sütunlu bir başkası kesiyor; konutları, köprüsü, çeşmesi, dükkanlar, şaraphanesi, dinsel yapıları, forum alanı, içme ve atık su kanalları, kanalizasyonu, araba izleri, termal tesisleri, tedavi yapısı, hamamları, sıcak suyu ve doğası ile yaşamı bulmuş insanların izleri var.
Tam bu mekanlarda, o zamanın insanı gibi kendimi düşlerken, bizlere de gülümsemek için bu günü beklemiş Venüs ( Nymphe) ‘e düşüyor yolumuz.Şimdilerde, yeri Bergama Müzesin’de olan su perisi susuz... Hamam yapısı içindeki nişte yalnız başına 1800 yıldır sürdürdüğü uykusundan uyandı ve “Ben hala ayaktayım” dedi.Tüm görkemi, güzelliği ile ayakta bizleri izledi, kararımızı bekledi; ama boynu biraz bükük gibi. Nymphe ağlamıştı, ağlıyordu, ayaklarının altında birikmiş sular gözyaşları gibiydi... Şimdi yeni mekanında, gözyaşları tükenmiş gözleriyle yine boynu bükük bakıyor.Suların kucağındaki kaba dolup, boşaldığı günleri düşlüyor gibi...
“İğne ile kuyu kazılır mı?” denir ya hani.Evet, bir kent için kazılıyor.Kazı ekibinde her gün yeni bir umut, gün yüzüne her çıkanla yeni bir sevinç yaşanıyor. Her görüşümüzde biraz daha gün ışığında, biraz daha ayakta bir kent.
Oysa, neden hep ikilemler olur payımıza düşen?Bu kentin kaderi de sular içinde kalmak olmamalı:
SU İÇİN VAR OLAN ALLIONAI, SU İÇİNDE KALMAMALI
Temmuz 2000 ( Kuzey Ege ve Çağdaş Gazeteleri)

** Yapımı süren Yortanlı Barajı’nın suları altında kalacak olan İzmir/Bergama/Paşaköy mevkiindeki Bergama Müzesi’nce başlatılan kazılarda bugüne dek bilinmeyen “Alionai” antik yerleşmesi saptandı.Ve Allionai’nin Bergama’nın 2. sağlık yurdu olduğu sanılıyor.Bergama Asklepion’unda psikoterapi, Allionai’de ise hydroterapi yapılmış...

14 Haziran 2007

Gap güncem...

...

O'na "GÜNseninleAYDINlandı" diye mesaj yazmak
geçti içimden. Bıraktım, sadece içimden geçti yine.
Nasıl yazardım? Yine de o'ndan,bu içimi ısıtan duygudan;
içimde yaşattığım özlemden,
özlemin biçimlendirdiği düşlerden memnundum...

Kendimden, kentimden yola çıkıp; başka insanlara,
kentlere ulaşmak.Yada tam tersine...Otobüsün kımıltısı ,
kulağımda bir müzik, düşlerin kapadığı gözlerim
ve uyandığımda Urfa’daydım.

Hani alevlendikçe ateş, kımıldar ya odunlar,
öyle kıpır kıpır balıklar, dışardaki insanlar kadar.
Odunlar ve ateş kıyamamış ya Hz. İbrahim’e:
O günden bu yana balık ve su olmuşlar Urfa’da.
Bizler de, iyilikte su gibi sonsuz akalım,
öfkede kıvılcım gibi çabuk sönelim,
sevgide balık olalım kıpır kıpır hiç dinlenmeden.
Bu peygamberler diyarına inat.
Ve Antep: Saz oldu söylenceler, söz oldu beğenimiz,
düş oldu Zeugma...Diye sızlanırken Harran Ovası
açıldı gözlerime.Harran uçsuz bucaksuz bir yeşil deniz;
gökyüzünü kucaklayan.Çocuklar boy vermiş ekinlerden
önce Harran’da.Ve yine onlar yetişiyor otobüsümüze
havalanan kuşlardan önce.

Çiçek çiçek çocuklar:Rengarenk gözlerinde uzaklarda
bir düşü büyütüyorlar.Elime uzanmak istiyor,
Sorularıma sıcaklık arıyorlar.Yarışıyorlar birbirleriyle,
bizleri paylaşmak için.Başka bir dünyadan gelmişiz gibi.
Başka bir dünyadan mı geldik yoksa?
Harran’da ekinlerden önce boy veriyor çocuklar.
Bu kadar çok olmamalılar oysa.Elleri büyümüş önce
Kızların, anne olmuş.Gözleri yeşil mi yeşil Harran’a inat;
mavi mi mavi gökyüzüyle birleşmiş.

Ayakları çıplak kırmızı toprakta.Ben üşürken onları
öyle görünce, sordum üşümüyorlar mı diye, o da bana sordu,
neden üşüdüğümü! Dünyanın bütün çocukları buluşup
yüzünde güldüler bir an; kayıtsız, kaygısız.
Karar verdim o an: “Büyüyünce çocuk olucam ben de!”
Üşümüyor Harran’da çocuklar, bir an yorulmuyor
otobüslere koşmaktan, bıkmıyor anlatmaktan küçük
Rehberler.Ellerimi çiçek dolduruyorlar,
ne güzel dedim diye birine.

Diliyorum sevgi tohumu atsınlar,
bu çocuklar bu topraklara....
Yine gece ve düşümdesin..
hangi rüzgara binip gittin şehrimden
gözlerimi görmüyor musun
sözcüklerimi bekleme derken
sınıyor musun deneme gücümü...

Bir gün daha ve Mardin:
Gece gerdanlık, gündüz mezarlık dediler Mardin’e.
İlki doğru ya ikinci yargı?Taş sanat olmuş dün,
bugünse tarih.Motifse motif, çiçekse çiçek, hiç yıpranmadan.
Mekan olmuş dünde ve bugünde insanı kucaklayan.
Taşlarca bir şehir, bir güzellik, bir anıt.
Kilise ise kilise, cami ise cami.Biz de taşa ve gümüşe
mi işlesek hoşgörümüzü, Süryani ustalar gibi?
Yağmur çiseliyor...Suya dönüyor gökler, içim, gözlerim...

Hasankeyf, keyif ile Dicle’yi seyrediyor.Mağara evleriyle
labirent gibi.Neler yaşanmış bugüne kadar?
Tatvan’da karlar örttü tüm düşüncelerimi bembeyaz.
Sonra bir mavilik açıldı düşlerime ve gözlerime yayıldı:
Van Gölü.Almadı gözlerim hepsini.Akdamar Adası’na
tekne keyfi ile geçerken, aynı günde güneş, yağmur, kar
diye düşündüm.Doğayla yarışmak olanaksız.Akdamar’da:
Adem ve Havva, karlı Süphan’ı gözlüyorlar,
kilisenin kabartmalarından.Bir tansık gerçekleşseydi de,
bizi o günlere götürse yada Adem ile Havva’yı
bugünlere getirseydi!
Yine bir deniz çağırıyor beni sana gelmeye...
Söze dökmeliyim yüreğimin çarpıntısını,
kül rengi bir kedere batmamak için...
Ve Nemrut’a hazırlamalıyım kendimi...
Bu gece düşümden Nemrut uyandırdı beni.
Uyuyan kimdi zaten sazın, sözün güzelliğinden?
Ayaklar yorgun, yürekler çarpıntılı tırmanırken zirveye,
tümülüsün taşları oya oya dökülmüşler patikaya.
Burada güneş olanca güzelliğiyle tarihe doğdu.
Çevrede yürüdükçe karın hışırtısı, gözleri alan beyazlığı.
Heylkeller bizden ulu.Hangi bilim, hangi teknik ile kesmişler
dağı, bu heykelleri nasıl işlemişler, bu tümülüsü nasıl yığmışlar?
Yine aynı duygu: Bu insanlara kim yardım etti o yıllarda?
Kalbim Nemrut’ta kaldı!!

Fırat’a ve Dicle’ye karışmış tüm sırlar,
öyküler delice akıyor.Ben de düşüncelerimi bıraktım bu karşı
konulmaz akışa. Kendimden, kentimden yola çıkıp;
başka insanlara, kentlere ulaşmak; yada tam tersi...
Memleketimi; önce görerek,
sonra düşümde ve güncemde yazararak...
“Bu memleket bizim!”Çoğalalım, zenginleşelim,
öfkelenelim, sarsılalım, aydınlanalım gördüklerimizle.
Bu memleket bizim!
Nisan 2003

alfabe..




...

beş harfli alfabedir sevgi,
keşke yirmidokuz harfli olsaydı...
(ahmet çuhacı )