15 Haziran 2007

Yeşilin eşsiz yazı...

Sonsuzluğun rengi, mavi olmalı, yaşamın tadı ise dostlarla içilen çay…

Ebruli bir rüzgara kapılıp, yollara düşmek…İçim sabırsız, düşümde yağmurlar, derken;
Karis Kalaki, Karsak, Kars, karlar, kar…
Aylardan Temmuz, kar yok ama; Ani var, büyülendiğim mimarı var. Kare kare taşlar, kara evler. Kara ama güzelliğiyle bir o kadar ak. Dışardan kale gibi, içerde peç’lerle sıcak, yüksek tavanlarla ulaşılmaz.
Taş taş üstüne, düş göç üstüne, el can üstüne…
Hani Ani derken, göz alabildiğine karşımda. Ayakta kalabilmiş kiliseleri, camisi, hamam, ev ve dükkanları, bezirhaneleriyle Ani... Arpaçay akarak, Ermenistan sınırını oluşturmuş. İpek Yolu Köprüsü, sadece iki yakada kalmış ayaklarıyla eski günlerini özlüyor gibi: Arpaçay’a mı dökülüyor gözyaşları, ondan mı böyle akıyor Arpaçay?
Kilisenin freskleriyle, ilahileri duydum sanki; serin ve huzurlu. Esen rüzgarda, adımlarım yeşilin arasında sürüklerken beni, gözlerimi kapadım. Rüzgarın her değişinde, bu bir zamanların kocaman şehrinde, eksik taşları tamamladım. Hani derken, işte Ani! Kimler yaşamış, kimler neleri düşlemiş? Ermenilerin tarihi dinamitleyen taş ocakları da olmasaydı! Bir gün hani Ani dediğimizde, yok denmese bari. Ben Ani’yle uyudum, ya siz?
Birazdan sabah olacak, hadi güne hazırlan düşüm…
Çıldır Gölü’ne uyanmak.. Çıldır, Akçakale Adası’yla donunca ne görkemlidir kimbilir? Kuşlar, kuşlar…
Sonsuzluğun rengi, mavi olmalı, yaşamın tadı ise dostlarla içilen çay…
Borçka Karagöl’ de tam bir “İçindeymişik, yeşilmişik, sazmışık” Yeşile ve maviye doymak, yemeğe acıkmak ve göl içi bir şölen…
Beden yeşile kesti, bizler çiçek açtık, yaşamak büyüdü, tatile yakıştı…Bazen iki damla yağmur, bazen çisil çisil. En güzel yeşil bizim gördüğümüz..
İşte Macahel köylerinden Camili..Karşı yaka Gürcistan. Yamaçların çiçekleri ahşap evler, yeşillerin içinde sıcacık, dumanları tütüyor. Bahçede yanan ateşten, akordeonun güzel sesinden, adımların uyumundan, odalara açıldık; şömineli baş odada uyuduk, köşk odayı ve karşısındakini çiftlere verdik. Ahşap kokan, ahşap yığma evler. Evleri çevreleyen balkondan yeşili duyuyorum, bir parça gökyüzü düşmüş, görüyorum.
İçimde yeşilde olmak isteyen bir çocuk…
Çok yorgunum, çok yeşilim, beni bekleme kaptan” diyecekken, vazgeçip, horonlar tepmek.Bir kelebek gibiydi Macahel, peşinde koştukça kaçtı, peşinden bizi farklı güzelliklere sürükledi. Hiç beklemediğim anda omzuma dokundu, uyandım…
Maral, Maral’ım diyerek düştük yollara. Yeşil mi yeşil, ağaç mı ağaç, çiçek mi çiçek mis kokular arasında, dostlar ve kuş cıvıltılarında, su sesleri. Yolumuzu bölen dereler kendisiyle yarışır gibi. Hiçbir şeyi düşünmemek bir Ladinin gölgesinde. Yürümek, yürümek; dost omuz başlarını yanında duyup, sohbetle, gülerek, yeşile dokunarak, dereleri içine çekerek yürümek.. Ve Maral’la karşılaşmak! O mu heyecanla çağlıyor, ben mi? Su olup akmak, balık olup yıkanmak…

“Ortak olmak her sevince, her derde, kedere; ve yürümek beraberce elele” diyerek Gorgit’ e tırmanmak, tırmanmak, tırmanmak.. Dönüp baktığında güzellikten başının dönmesi. ”Hişt hişt “ diyen bir sesin sizi Gorgit’e çağırması.Yağmur yüklü bir bulutum...
Bembeyazlar dağlara kavuşunca, bulut yağmur olup ağlıyor. Ağaçlar bulutların gözyaşlarını kucaklamak için; yaprak yaprak, yeşil yeşil olmalı?Kekik kokuyoruz, nefes nefese…

Anıt ağaçlar, ıslak yeşiller, tahta köprüler, cıvıltı dereler, su yolları, dağ gülleri, mor, pembe, sarı, beyaz çiçekler. Hemen önünde kollarını alabildiğine açıp, beyaz bir sise kendini atıverme isteği; sonsuzluğu yakalamak!
Elimi uzatsam Gürcistan, kanadımı açsam Camili. Yeşili, suyu, yaprağı, dalı, çiçeği, dost sohbetlerini içine çekip Gorgit’i yaşamak. Dönüş yolu, yol yok. Geçit vermiyor dağ, taş, ağaç, yaprak. Derken bir Kızılağaç bizim için mi eğilmiş yerlere? Dal verdi, el verdi, beden oldu. Heyecan, kalp çarpıntısı, ince bir çiğ, dost eller ve yol. Bir kez daha yaşamı kucaklamak.
Yorgun gülümsedim. O zaman yeşil saçıldı her yanıma, üstüme sisler düştü. Dokundum maviydi.
Çok merak ediyorum, kendimi yitirdim buralardaki güzellikte; hey arkadaşlar gördünüz mü? Rüzgarlara sordum, yağmurun sessizliğine, derelerin coşkusuna, ağaçların ululuğuna… Ve gökyüzünü çektim üzerime.
Gülüm, güneşim, yağmurum, ağacım, yaprağım, suyum, sohbetim derken Bulutlu Şelalesi, bir buluttan döküldü. Başımı kaldırdıkça büyüdü,büyüdü…
Mıhlama, laz böreği, kara lahana sarması, kaymak, tereyağ, bal, fasulye, mısır ekmeği, alabalık ve canımmm çay…
Ayder’de tulum sesi, kuzine. Yokuşta, çimlerde koşmak, bir bulutta durmak…
Bekleme dedim telefonlara, ben yeşili bulmaya geldim…
Sümela Manastırı bir düş müydü?Bir tanrıça gibi, metrelerce yüksekte Ziganalara yaslanmış. Bir Manastır bu kadar ulu, bu kadar ulaşılmaz, bu kadar gizemli olabilir. ”Stou mela” denirmiş, Panagia ikonundan dilekte bulunulduğunda. Stou Mela, olmuş Sümela. Kayalarda, kuş uçmaz, kervan geçmez, bir dağ manastırı bulutlarla yarışıyor.
Kars, Ardahan, Kafkasor Yaylası, Artvin, Borçka Karagöl, Hopa, Macahel, Maral Şelalesi, Gorgit-Efeler Tabiatı koruma alanı, Çamlıhemşin, Ayder Yaylası, Kaçkarlar, Kavron Yaylası, Ovit Dağları ve Buzul gölü, Manle Şelalesi, Rize, Anzer Vadisi, Zarha Dağı, Sürmene, Trabzon, Maçka, İkizdere Yaylası, Sümela Manastırı, Santa Harabeleri ve alabildiğine bir yağmur ve yol...
Daha mavi bir deniz ve dere, daha çok gökyüzü ve bulut, daha yeşil bir ağaç ve orman, daha coşkun bir şelaleydi ve daha çok bir sevdaydı, Doğu Karadeniz. Hani, o doyamadığımız…
Dostlar, şimdilerde biraz uzaklaştık sadece. Başka ne değişti ki, başka bir turda gönüller bir. Yeniden buluşmak üzere, sevgiyle..


Temmuz ,2006